Hoşgeldin, Ziyaretçi
Sitemizden yararlanabilmek için Kayıt olmalısınız.

Kullanıcı Adınız:
  

Şifreniz:
  





Forumda Ara

(Gelişmiş Arama)

Forum İstatistikleri
» Toplam Üyeler: 26,905
» Son Üye: lmaoos
» Toplam Konular: 2,173
» Toplam Yorumlar: 3,814

Detaylı İstatistikler

Son Yorumlar
dene7
Forum: DENEME
Son Yorum: admin
09-06-2020, 03:32 AM
» Yorumlar: 0
» Okunma: 223
dene6
Forum: DENEME
Son Yorum: admin
09-05-2020, 12:52 PM
» Yorumlar: 1
» Okunma: 273
dene5
Forum: DENEME
Son Yorum: admin
09-05-2020, 12:43 PM
» Yorumlar: 2
» Okunma: 335
Tıbbi Laboratuvar
Forum: Linkler, Faydalı Siteler
Son Yorum: the
03-26-2019, 04:31 AM
» Yorumlar: 0
» Okunma: 758
Canlı Sohbet
Forum: Linkler, Faydalı Siteler
Son Yorum: the
02-23-2019, 03:56 AM
» Yorumlar: 0
» Okunma: 1,165
dosya upload & download s...
Forum: Linkler, Faydalı Siteler
Son Yorum: the
02-23-2019, 03:54 AM
» Yorumlar: 1
» Okunma: 6,188
aaaa
Forum: DENEME
Son Yorum: admin
09-25-2018, 03:15 AM
» Yorumlar: 0
» Okunma: 4,132
deneme
Forum: Evden Çalışmak Ve İş Yapmak isteyenler,
Son Yorum: admin
09-05-2018, 05:21 AM
» Yorumlar: 0
» Okunma: 30,860
deneme
Forum: Evden Çalışmak Ve İş Yapmak isteyenler,
Son Yorum: admin
01-16-2017, 02:13 AM
» Yorumlar: 0
» Okunma: 9,021
deneme3
Forum: Reklamlar
Son Yorum: admin
06-02-2016, 07:02 PM
» Yorumlar: 1
» Okunma: 2,899

 
  'SADAKATSİZ''
Yazar: bjkli.akif - 10-20-2006, 09:31 PM - Forum: Edebiyat - Yorum Yok

''SADAKATSİZ''


O an zihninde beliren milyonlarca karmaşık duygu ona o kadar yabancı geldiki birden kendisini hiçbir hissin önem taşımadığı bir boşlukta buluverdi.Baş dönmesine benzer birşey o milyonlarca duygunun önüne geçmiş bedeninin derinliklerinde kendine büyükçe bir yer açmıştı.şakakları sızlıyordu. Ağlamak istiyordu hemde tüm benliğine yerleşmiş olan pişmanlık ve utanç duygusunu ruhundan söküp ateşlere atarcasına ağlamak istiyordu.Ama yapamıyordu.Az önce çırılçıplakken içine girmiş olan şeytan ruhunda birşeylerin yerini oynatmış, tutsak etmişti kendine onu.
Birden terlediğini farketti. Az önce işlediği günahın laneti tüm bedenine ısı salgılıyordu sanki.Bu ısı ona yoğun pişmanlık ve utanç duygusunun sınırlarından çıkartıp bedenine ve bulunduğu nemli ortama odaklaşmasını sağlamıştı.
Kırmızı, yuvarlak, ıslak halının üzerinde ne zamandır durduğunu ilk anda kestiremedi. 1-2 saniye , belki de 1-2 dakikadır oradaydı.
Çıplak ayaklarıyla lavaboya doğru ilerledi. Nefsine yenik düştükten sonra keskin bir vacdan azabının tüm yaşam hücrelerine bu denli saldıracağını bilemezdi. Beyaz florasandan çıkan ' zın ' sesi vardı sadece kırmızı duvarlı banyonun içinde.Başını kaldırdı karşısında lavabonun aynasını gördü ama aynada yüzünü göremedi...
Musluğu açtı. Musluk açılırken içini acıtan bir gıcırdama sesi yükseldi. Bu ses, beyaz florasandan gelen 'zın' sesini bile bastırmıştı. Ellerini suya doğru uzattı. Su avuçlarına yavaş yavaş dolarken musluktan gelen o gıcırtı sesi sanki bir kat daha yükselmişti. İliklerine kadar işleyen bu ses birden zihninde tiz çığlıklara dönüştü.Bu çığlıklar ona hiç yabancı değildi. Kendi çığlıklarıydı, şeytanca atılmış zevk çığlıkları.Az önce işlenmiş büyük günahtan kalan tek utanç belirtisiydi.
Avucuna doldurduğu suyu aynada görüpte irkileceğini düşündüğü ama hiç birşey göremediği, belkide görmek istemediği yüzüne çarptı.Kendine gelmek ve ruhunu sıkıştıran o karanlık pişmanlık duygusundan kurtulmak istiyordu.
Avuçlarını birkez daha musluğun altına uzattı. Musluğun gıcırtısı artık çok uzaklardan duyulan ve bedenine çok az acı veren bir çığlık gibi geliyordu. Beyaz florasanın seside kaybolmuştu kırmızı duvarlı banyoda. Tekrar suyu yüzüne çarptı.Sonra tekrar,sonra takrar... Büyük bir acıdan uyanırmışcasına hızlı kafasını kaldırdı. Karşısında lavabonun aynasını gördü.Bu sefer yüzü tam karşısındaydı.Başka bir boyuttan aniden oraya düşmüş gibiydi şaşkın yüzü.Ne kadarda yabancıydı. Masum gözükmeye çalışan şeytani bir ifadeye sahipti bu yüz.
Günah mahalinden sokağa atmıştı kendini. Eve gitmek ve bir an önce uyumak istiyordu. şaşkındı. Bu kadar utanç ve pişmanlık duyacağını tahmin edememişti. Defalarca aldatmıştı kocasını ama hiçbirinde yaşamamıştı bu hisleri. Fısıldarmış gibi kendi kendine 'neden'dedi. 'Neden yaptım'
Cevabını bildiği halde bu soruyu herseferinde sormuştu kendine.
''Hayvansal iç güdülerini bastırmasını bilmeyen , günah işlemeye açık, hazzın gelgitlerine her an aç, içindeki her duyguyu şevke yoran ve bu şevkin sadece kirli yüzünü kullanan, zavallı, nankör bir kadınım ben'' diye düşündü.Tek ve gerçek cevabıydı bu 'neden' sorusunun.
Baş rollerini sex düşkünü yakışıklı bir erkeğin, kocasının kendisini çok sevdiğini bilen, nankör, sadakatsiz bir kadının ve aldatılan masum bir kocanın paylaştığı drama tarzı filmin sonuna yaklaşılmıştı. Oturduğu apartmanın önüne geldiğinde, az önce aldattığı kocasının arabasını gördü. Masum koca eve gelmişti. Vücudunun titrediğini farketti. Apartmanın merdivenlerinden çıkarken attığı her adım heyacanına heyecan katıyordu. Kafasında belli belirsiz flaşlar patlamaya başlamıştı.Aynı anda o kadar çok duygu saldırmıştıki üzerine bunlardan sadece pişmanlık, utanç ve vicdan azabını ayırt edebiliyordu diğerlerinden.
Nihayet oturduğu dairenin kapısının hemen önündeydi.Bir kaç saniye sonra başına çok büyük bir felaket gelecekmiş hissine kapıldı birden.Elini çantasının içine attı kapının anahtarını arıyordu ama bulamıyordu, derken eline metal bir cismin deydiğini farketti.Anahtarları tuttu ve çantasından çıkardı. O kadar heyecanlıydı ki birden gözleri karardı ve anahtarları yere düşürdü.Tam eğilip alacaktı ki, kapı açıldı...
Kocası kapının önünde dikiliyordu ve ona bakıyordu her zamanki sevecenliği ve gülümsemesiyle. Az önce aldattığı kocasının gözlerinin içine bakamıyordu, uzun bir süre bakamayacağını da biliyordu utancından ama kocasının kendi gözleri içine baktığını çok iyi biliyordu. Zavallı adam hiçbirşeyden habersiz tüm iyi niyetiyle...

- Hoş geldi hayatım.
- . . .
- Biraz yorgun gözüküyorsun, içeri gelsene.
- . . .
- Sen salona geç ben sana güzel bir kahve yapayım.
- . . .


Özcan Eroğlu

Bu konuyu yazdır

  Y ü z l e ş m e
Yazar: bjkli.akif - 10-20-2006, 09:30 PM - Forum: Edebiyat - Yorum Yok

Y ü z l e ş m e


Zamanın akıcı büyüsü bizi nereye götüreceğini sapıtır bazen.Öğle şehvetli bir masala dalmışsınızdır ki, bu gidişatın içinde kendinize geldiğinizde dönüp geçmişe bakmaya bir türlü cesaret edemezsiniz.Görmekten koktuğunuz şeyin orda olduğunu bilirsiniz ama tüm korkaklığınızla, kendinize olmayan güveniniz ve kırılan cesaretinizle kendinizi kandırarak kolay bir yol bulursunuz kaçmak için o geçmişte yaptığınız, şimdi tüm zihninizi allak bullak edecek görüntüden.

Bu kaçışın içinde çıkar yol ararsınız.Bulursunuzda !

ASLA GEÇMİşİNLE YüZLERşME !

Nasıl bir yanlıştır bu.Geçmişinle yüzleşmeyerek o tüm hücrelerine acı salgılayacak olan duygudan kurtulamazsınız, sadece ertelersiniz.İleride bu duygu seni yine bulacaktır ve bu duygudaki acı bir kat daha acımış olarak gelecektir üzerine.

GEşMİşİNLE YüZLEş !

Ancak o zaman hayatındaki pişmanlıklar daha aza inecektir ve belkide ileride bu canını acıtan bir duygudan öte sana hayatı ve hayatın anlamını öğreten bir unsur olarak bulunacaktır yaşamında.



Özcan Eroğlu

Bu konuyu yazdır

  TÜRKÇE'NİN TARİHİ GELİşİMİ VE DEVİRLERİ
Yazar: bjkli.akif - 10-20-2006, 09:28 PM - Forum: Edebiyat - Yorum Yok

[color=indigo][size=117][b]Türk Edebiyatı

TüRKÇE'NİN TARİHİ GELİşİMİ VE DEVİRLERİ

DİVANü LüGATİ'T-TüRK

Çağının Türk dili,Türk kültürü,sosyal hayatı ve toplumun özellikleri bakımlarından eşsiz bir eseri olan Divanü Lügati't-Türk: Büyük ve çok yararlı bir sözlük niteliğindedir. Divanü Lügati't-Türk en güçlü ihtimal ile yazılışı,1072 tarihinde tamamlanmış bir sözlüktür. Divanın nerede kaleme ele alındığı,Kaşgarlı'nın onu yazarken hangi şehrede oturmakta olduğu hususunda da kesinlik yoktur. Yalnız Kaşgar Türkçesinin hakim olduğu bir alanda vücude getirilmiş olduğu ileri sürülür. Divanü Lügati't-Türk,Türk dilini özellikle Araplara öğretmek amacını gütmektedir. Eserin Arapça olarak telif edilmiş bulunması da bunun bir delilidir. Eserdeki Türkçe kelime sayısı 7500'den daha fazla olarak tespit edilmiştir. Eserde Türkçeleşmiş gözüken bazı yabancı asıllı sözlerinde bulunduğunu gözden uzak tutmamak gerekir.
Mahmut,Türkçe kelimelerin ne anlama geldiğini ve nasıl kullanıldığını göstermek amacıyla bir çok Türkçe cümle ve ibareyi eserine geçirmiştir. Divanü Lügati't-Türk önce Kilisli Rıfat tarafından Türkçe'ye çevrilmişse de,bu tercüme basılmamıştır. Kitabın tercümesini başkaları da denemiştir. Sonunda Besim Atalay ve Türk Dil Kurumu uzmanlarınca üç cilt halinde Türkçe'ye çevrilmiş ve T.D.K. tarafından yayınlanmıştır.
Divanü Lügati't-Türk yayınladığı tarihten başlayarak Türkologlarca büyük ilgi ile karşılanmış ve bu konuda bir hayli araştırma ve inceleme yayınlanmıştır. Sonuç olarak diyebiliriz ki: Kaşgarlı Mahmut'un Türk dili,Türk kültürü,Türk dünyası bakımlarından eşsiz bir değere sahip bulunan ve tükenmez bir inceleme kaynağı niteliğini korumakta olan Divanü Lügati't-Türk eseri üzerinde daha bir çok araştırma yapılabilir.

KUTADGU BİLİG

Kutadgu bilig tabiri onun muhtevasını da adeta dile getirmektedir. İnsana her iki dünyada gerçekten kutlu olmak,mutlu yaşamak için gerekli yolu göstermeyi amaçlayan bu kitap, aruz vezni ile yazılmıştır. Nazım şekli mesnevidir. Ancak pek az miktarda dörtlüklerde vardır.
Kutadgu Bilig'in Karahanlılar çağının siyasi ve kültürel bakımdan önemli bir merhalesini temsil eder. Kutadgu Bilig,alegorik bir münazara karakterindedir. Münazaranın kahramanları dört kişiden ibaret olmakla beraber,genel olarak ağırlık noktalarını,iki kişi arasındaki konuşmalar temsil ve teşkil eder. Kutadgu Bilig,dil özellikleriyle olduğu kadar düşünce derinliği ve zevk inceliğiyle de yeni bir çığır açan şaheserlerdendir. Türk edebiyatında ondan daha eski manzum mesnevimiz yoktur. Türk dilini İslami ilk büyük abidesi olduğu nisbette,Türk edebiyatının da geçmişi geleceğe bağlayan güçlü bir kültür mirasıdır.
Kutadgu Bilig,hem devlet teşkilatı,hem de toplumdaki fertler ve onların toplum içindeki mevkileri ve görevleriyle ilgilidir. Eserin temelinde kamil insan kavramı yatmaktadır. Özellikle insanı geliştiren ve güçlendiren faziletler dikkati çeker: Bilgi edinmek,okumak,güzel yazmak,çeşitli bilimlere vukuf,sevilen milli sporlara ve maharetlere değer vermek başta gelir. Kutadgu Bilig'de tasvir edilen hayat ve idealleştirilen kişiler,sadece şairin devrindeki hayat ve şahsiyetler değildir. Ondan çok daha önceki bir zamana aittir.
Bir yönü ile bir nasihatname niteliğinde olan Kutadgu Bilig,başka yönü ile de bir siyasetname karakterindedir.

TüRK EDEBİYATI

Türkçe'nin ilk devresi hakkında açık ve kesin bir bilgi yoktur. İlk devrede Ana Türkçe ve daha sonraki devresinde İlk Türkçe adı verilmektedir. Bu devrelerden bugüne örnek kalmamıştır. Ana Türkçe farazփ® bir devredir. İlk Türkçe devresi, tarih sahnesinde görüldüğümüz zamana aittir. İlk Türkçe devresi; Büyük Hun İmparatorluğu zamanındaki Türkçe'dir. Bu devreden elimize herhangi bir örnek geçmemiştir. Hun devrinde söylenmiş bփ¢zı şiirleri Çince metinlerden öğrenmek mümkündür. Vesikalara dayanan devre; Eski Türkçe adı verilen devrededir. Bu devrede milփ¢dın başlangıcından II. asra kadar devam etmiştir. (Eski
Türkçe denince ilmփ® araştırmalarda II. asır akla gelir.) Türkçe'nin tarihփ® gelişmesi üç devreye ayrılmaktadır.
1- Eski Türkçe devresi : Başlangıçtan, II. asra kadar.
2- Orta Türkçe devresi : II. asır - 13. asır arası.
3- Yeni Türkçe devesi : 13. asır - 20. asır arası.

1. ESKİ TüRKÇE DEVRESİ: Bu devrenin bilinen ilk metinleri 8. yüzyılda dikilmiş olan Orhun anıtlarıdır. Bu devre de içinde ikiye ayrılır.
a) Göktürkçe : Kendi yazımız olan Göktürk alfabesi kullanılmıştır. Bugüne kadar gelen en eski metindir. Göktürk yazısı ile yazılmış anıtlardır.
b) Uygurca : İslփ¢miyet'ten önceki bu Eski Türkçe devresinin Göktürk yazıtlarından sonraki yazılı ürünleri Uygur Türkçesi metinleridir.
Uygur Türkleri; Göktürklerin millփ® yazı dillerini bırakmış İranlılarla akraba olan bir kavim Soğdların yazısını ve Mani-Buda dinlerini kabul etmişlerdir. Eski Türkçe devresinin ikinci bölümünü teşkփ®l eden Uygur Türkçesi ile yazılmış eserler dinփ® mahiyettedir.

2. ORTA TüRKÇE DEVRESİ: Bu devrede gerek Türk dilinde, gerek Türk kültüründe önemli değişmeler olmuştur. 10. asırda İslփ¢miyet resmen kabul edilmiş ve yazı olarak Arap harfleri alınmıştır. Bu devrede Karahanlı devletinin bulunması dolayısıyla Karahanlı Türkçesi de denmektedir. İslփ¢miyet'ten sonraki Türk edebiyatının ilk eseri Kutadgu Bilig'dir.
11. asırda yeni yazı dillerinin meydana gelem temayülü gösterdiği bir çağdır. Eski Türkçe devresindeki yazı dilinin ve bunun son safhası olan Uygur Türkçesi'nin bir devamı sayılmakla beraber zamanında Hakaniye Türkçesi diye adlandırılan Karahanlı Türkçesi, Doğu Türkçesi yazı dilinin başlangıcı olarak da kabul edilmektedir. Doğu, Batı ve Kuzey Türkçeleri olarak 13. asırdan itibaren ortaya çıkmaya başlayan yeni yazı dilleri devresi ile Eski Türkçe devresi arasındaki bu döneme; Orta Türkçe devresi veya geçiş devresi denmektedir.

3. YENİ TüRKÇE DEVRESİ: 11. asrın yeni yazı dillerinin meydana gelme temayülü göstermeye başladığı Orta Türkçe devresini açıklarken işaret etmiştik. 13. asır sonlarına doğru, Doğu ve Batı Türkçe arasında yeni ve birbirinden farklı yazı dilleri meydana gelemeye başlamıştır. Doğu Türkçesi, Eski Türkçe'nin ve Karahanlı Türkçesi'nin bir devamı olarak ortaya çıkmıştır. Doğu Türkçesi, Orta Asya müşterek Türkçesi demektir. Batı Türkçesi, Oğuz Türkleri'nin konuşma diline dayanmaktadır. 13. asırdan itibaren yazı dili olarak kullanılmıştır. Batı Türkçesi iki koldan gelişmiştir. Bunları Osmanlı Türkçesi ve Azerփ® Türkçesi kabul edebiliriz. Bunlar arsındaki fark 15. asrın sonlarında görülmüştür. Daha önce her iki yazı dili de aynı özellikleri taşımıştır. Doğu Türkçesi'nin bir de Kuzey kolu vardır. 15. asra kadar devam etmiştir. Doğu Türkçesi ile ilgili Kuzey Türkçesi'ni Kıpçak Türkleri'nin kullandıkları yazı dili oluşturmuştur. Kıpçak Türkçesi mahsullerine, Kuzey Afrika'da ve Mısır'da rastlanmaktadır. Daha sonra Kıpçakça, Oğuzca unsurlar alarak Batı Türkçesi ile birleşmiştir. Çağatayca öncesi, Doğu Türkçesi adı da verilmektedir. Çağatay Türkçesi 15. asırda edebiyat dili olarak Ali şÖƒÂ®r Nevaփ® tarafından kurulmuştur. 16. asırda Babür şah Çağatay Türkçesi'nin büyük temsilcisidir. 17. asırda da Çağatay Türkçesi ile yazılmış bփ¢zı eserler bulunmaktadır. Çağatay Türkçesi'nin yerine Özbek yazı dili gelmiştir. Kuzey Türkçesi olarak Kıpçak Türkçesi'nden sonra Kırım ve Kazan Türkçesi'nin devam ettiğini görüyoruz. Batı Türkçesi iki koldan gelişmiş ve böylece bir edebiyat oluşmuştur. Osmanlı; Türkiye Türkçesi'nin tarihփ® devresini teşkil etmiştir.
Bugün yeni Türkiye Türkçesi kullanılmıştır. Azerփ® Türkçesi ise Kuzey ve Güney olmak üzere iki kolda gelişmiştir. Doğu Anadolu halk ağızları lehçe itibari ile Azeri Türkçesi'ne yakındır. Böylece Teni Türkçe devresi 13. asırdan 1908'e kadar gelmiştir. Bunun kolları Osmanlı ve Azerփ® Türkçesi, Çağatay öncesi ve Çağatayca, Kıpçak Türkçesi ve Kazan Türkçesi'dir. Yeni Türkçe devresi bugünkü modern hփ¢lini almıştır.

ESKİ TüRK EDEBİYATI

XIII. asırdan sonra Türk cemiyet hayatında çeşitli zümre ve çevrelerin teşekkülü, değişik edebփ® mahsullerin ortaya çıkmasına sebep olmuştu. Saray, konak, medrese çevrelerinde ve bunlara yakın topluluklarda okumuşlara mahsus yeni bir edebiyat doğmaya başlamıştı. Kaynağını ve örneğini daha çok İran edebiyatından alan, İslփ¢m kültürünün bütün kollarından belenen, Türk ruhunun hususiyetlerini aksettiren ve mahallփ® çizgileri veren bu edebiyat, 600 yıldan fazla devam etmiş ve canlılığını kaybetmekle beraber günümüze kadar gelmiştir.
Yüksek zümre edebiyatı denen ve asırlar boyunca dil ve muhteva bakımından örnek teşkil ettiği ve okullarda okutulduğu için "klasik" kabul edilen bu edebiyat, umumiyetle Divan edebiyatı ismiyle tanınmıştır. Bu suretle adlandırılmasına sebep, bu edebiyatın daha çok manzum eserlerden meydana gelmesi ve şiir kitaplarına "divan" denmesidir.
Divan şiiri Anadolu'da XIII. asırda Selçuklular zamanında Hoca Dehhփ¢nփ® ile başlamıştır. XIV. asırda Ahmedփ®, şeyhoğlu, Ahmed-i Dփ¢փ® gibi şairlere sahip bulunan bu edebiyatın ilk büyük üstadı XV. asırda yaşamış olan şeyhփ®'dir. Fatih devrinde Ahmet Paşa ve daha sonra Necփ¢tփ®'yi yetiştiren Divan şiiri XVI. asırda Zփ¢tփ®, Bփ¢kփ®, Hayփ¢lփ®, Taşlıcalı Yahya, Nev'փ®, Fuzփ»lփ®, Rփ»hփ®-i Bağdփ¢dփ®, Hփ¢kanփ®, XVII. asırda şeyhülislփ¢m Yahya, Nef'փ®, Nփ¢ilփ®, Necփ¢tփ®, Nev'փ®-zփ¢de Atփ¢փ®, Nփ¢bփ®, Sփ¢bit. XVIII. asırda Nedim, şeyh Galib, Rփ¢gıb Paşa, XIX. asırda Yenişehirli Avni, Ziya Paşa gibi büyük sanatkփ¢rların eserleriyle fevkalփ¢de bir gelişme göstermiştir.
İslփ¢m kültürü kaynağından beslenen ve bilhassa başlangıçta İran edebiyatını örnek alan Divan edebiyatımız muhteva itibariyle çok çeşitli unsurlara dayanmaktadır. Divan edebiyatının iç zenginliğini ve özünü teşkil eden ve bugün onu iyi anlamak için bilinmesi gereken bu eski kültür ve bilgi malzemesi şunlardır :

1- Dinփ® inançlar (փ¢yet ve hadisler),
2- İslփ¢mփ® ilimler (tefsir, kelփ¢m, fıkıh)
3- İslփ¢m tarihi,
4- Tasavvuf ve remizleri,
5- İran mitolojisi (şahsiyetler ve hփ¢diseler),
6- Peygamber kıssaları, mփ»cizeler, efsaneler, rivayetler
7- Tarihփ®, efsanevփ®, mitolojik şahsiyetler ve hփ¢diseler,
8- Çağın ilimleri (hikmet, kimya, hendese, tıp vs.),
9- Türk tarihi ve millփ® kültür unsurları,
10- Devrin edebiyat anlayışı ve edebփ® bilgileri (belփ¢gat),
11- Dil malzemesi (deyimler, atasözleri; Arapça ve Farsça kelimeler, şekiller, tamlamalar, birleşik sıfatlar vs.).

II.MEşRUTİYET SONRASI TüRK EDEBİYATI

II. Meşrutiyetten sonra Servet-i Fünun mecmuası etrafında kendilerine Fecr-i Ati adını veren yeni bir nesil toplanmıştır. Kısa ömürlü olan bu topluluk, Servet-i Füsunculardan daha sade bir dil kullanmış sembolizm, empresyonizm ve romantizm gibi akımları eserlerine uygulamışlar, Avrupa Edebiyat ile Milli Edebiyat arasında bağ oluşturmuşlardır. Aruz'la şiir yazan Fecr-i Ati şairlerinden tanınmış ve orijinali Ahmet Hacim'dir. Başlangıçta Fecr-i Ati roman ve hikayecisi olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Refik Halit Karay ise, gerçek kişiliklerini Milli Edebiyat akımı içerisinde göstermişlerdir. Fecr-i Ati topluluğu dışında kalan İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif Ersoy, Yahya Kemal Beyatlı kendi şiir anlayışlarına göre eserler veren ve daha sonra Milli Edebiyat akımına katılan şairlerdir. Modern Türk Edebiyatını yaratma amacıyla kurulan Tanzimat, Servet-i Fünun ve Fecr-i Ati toplulukları büyük hamleler yapmakla beraber ruhta büyük ölçüde Fransız sanatına bağlı, dil ve üslupta Osmanlıcaydı sürdüren, milli kimlik ve kişiliğe ulaşamamış bir edebiyat vücuda getirmişlerdir. Osmanlı imparatorluğunun dağılışı sırasında, Türk aydınlarının büyük bir
bölümü, ümmete bağlı Osmanlıcılığın terk edilerek milliyetçiliğin benimsenmesinin, memleketin geleceği için gerekli olduğuna inanıyorlardı.

Bu inanç sonucunda Türkçülük ve Milliyetçilik akımları doğmuş, her sahada milli kimlik ve kimlik arayışları başlamıştır. Türk Dili, Türk Vezni, Türk Zevki ve Kültürü ile Milli konuları, Milli ülküleri işleyen Türk Edebiyatı ihtiyacı ve özlemi sonucunda 1911-1923 yılları arasında Milli Edebiyat akımı doğmuştur. Bir kısmı daha sonra Cumhuriyet dönemi yazar ve şairleri arasında da yer alan bu edebiyatın temsilcilerinin en önemlileri, Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, Mehmet Emin Yurdakul, Yusuf Ziya Ortaç, Faruk Nafiz Çamlıbel, Enis Behiç Kor yürek, Kemalettin Kamu, Aka Gündüz, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Halide Edip Adıvar, Refik Halit karay, Reşat Nuri Güntekin, Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Necip Fazıl Kısakürek, Halide Nusret Zorlutuna, şükufe Nihal, Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar'dır. Cumhuriyet kültür, ideoloji, edebiyat alanlarında Milli Edebiyatçıları hemen bütünüyle devralmıştır. Milli Edebiyat akımının özellikleri, cumhuriyetin ilk on yılının da bir özeti olmaktadır. Bu çerçeve içerisinde, Milli Edebiyat akımının ilkeleri de şu şekilde belirtilebilir : Dilde yalınlık, halk edebiyatı şiir biçimlerinden yararlanma ve hece ölçüsü, konu seçiminde yerlilik. Yalın bir dille yazma, konularını hayattan ülke şartlarından seçme ve milli kaynaklara yönelme ilkelerinde birlenilmiştir. İslamcı, Osmanlıcı, gelenekçi görüşlere sahip yazarlardan , bireysel eğilimli yazarlara kadar tüm edebiyatçılara açık bir bütünlük mevcuttur. Çünkü artık söz konusu olan Milli Edebiyat akımı kavramı değil, Milli Edebiyat dönemidir. Bu akım dilde ve duyuşta 1911-1915 dönemi milliyetçilik fikirlerinin ön planda olduğu roman, hikaye, tiyatro eseri ve şiirler verilmesine yol açmıştır.
Türk milletine mensup olma şuuru, tarih içinde devamlılık düşüncesi, kendi kalarak Batılılaşma inancı, 1911-1923 yılları arasındaki akımın temelleridir. Bu dönemin bariz özelliği, Türk Romantizminin edebi tezahürlerini göstermesidir. Adını 1912'den itibaren duyurmakla beraber asıl şöhretini Milli Mücadele Devrinde kazanan Yahya Kemal Beyatlı, ölümüne kadar saf şiir peşinde koşmuş bir mısra kuyumcusudur. İslamcı şair olarak tanınan, başta İstanbul'da olmak üzere çeşitli şehir ve ülkelerin geri kalmışlığını, çaresizliğini, aydınların yabancı amacını anlatan Mehmet Akif Ersoy'un Safahat (Safhalar) adlı şiir kitabı hem aydınlar hem de geniş halk yığınları üzerinde büyük etki yapmıştır. Gerek Mehmet Akif Ersoy gerekse Yahya Kemal Beyatlı şiir dili ile konuşma dili arasındaki uzlaşmalığı ve Türk diline zor uyan aruzun engellerini ortadan kaldırıp yaşayan Türkçe ile başarılı şiirler yazmışlardır. Yahya Kemal Beyatlı sadece bir şair olarak değil, medeniyet ve kültür araştırıcılığı, çok çeşitli fikri ve edebi zenginlikleri şahsında toplamış, sohbetleri ile çığır açmış bir edebiyatçı olarak da tanınır. Birinci Dünya Savaşı ve Türk Kurtuluş savaşından sonra Türkiye'de meydana gelen en önemli olay, tarihe karışan Osmanlı Devletiyle birlikte, onun dayandığı müesseseler, sosyal tabaka, hayat felsefesi, dil ve üslubun ortadan kalkarak, yeni bir rejime, zihniyete ve sosyal düzene dayanan yeni bir devletin kurulmasıdır. Cumhuriyet devri, halk iradesine dayanan parlamento rejimini getirdi. Bu rejimi kuran ilk nesil, Kurtuluş savaşını kazanan subaylar, İkinci Meşrutiyet devrinde yetişen münevverlerdir. Hem büyük bir kumandan hem de kültür ve medeniyet konularında ileri görüşlü olan Mustafa Kemal Atatürk,bu münevverlerle birlikte Türkiye'nin sosyal, iktisadi ve kültürel yapısını değiştiren inkılapları gerçekleştirdi. Cumhuriyet devri edebiyatının ilk dönem eserleri bu siyasi, sosyal ve kültürel çerçevenin etkilerini taşır. Cumhuriyet kuruluşunu hazırlayan milliyetçilik ideolojisi içinde doğan Milli Edebiyat akımı Cumhuriyetin ilk yıllarında en olgun eserlerini verdi. Cumhuriyet rejimi ve bu devirde meydana getirilen sosyal ve iktisadi müesseseler üstünde başlarında büyük Türk sosyolog ve düşünürü Ziya Gökalp'in bulunduğu Türkçü ve Milliyetçi münevver zümre etkili oldu. Gökalp'in Türkiye ve Türkler için şekillendirdiği düşünceler başta Atatürk olmak üzere, Cumhuriyeti kuran birinci neslin dünya görüşünün kaynağını teşkil etti. 1880 yıllarından sonra doğan, II. Meşrutiyeti, Balkan savaşını ve Kurtuluş savaşını gören ve modern Türkiye Cumhuriyetinin aydın tabakasını meydana getiren nesil, felaketlerle olgunlaşmış ve zenginleşmiş hayat tecrübesine sahiptir. Halka ulaşabilmek ve onunla bütünleşebilmek için onun dilini kullanmak gerektiğine bu nesilden yazarlar eserlerinde konuşma dilini kullandılar. Halk dilini kullanırken gençlik yıllarında hayran oldukları Edebiyat-ı Cedide (Yeni Edebiyat) yazarlarının ince zevkini günlük dile aktardılar. Genç Kalemler Dergisinde başlayan bu çalışmalar başlangıçta Edebiyat-ı Cedide topluluğunda yer alan ve II. Meşrutiyet devrinde Türkçülük akımına katılan Ahmet Hikmet Müftüoğlu devrinin ilk dönem şairleri Türkçülerin yaygınlaştırdığı sade dil ve hece veznini kullandılar. Memleket gerçekleri ve bir ölçüde günlük hayat şiir konuları arasına girdi. Mütareke yıllarında şöhret kazanan hececiler, Orhan Seyfi Orhon (1890-1972) ve Yusuf Ziya Ortaç'dan (1896-1967) sonra yetişen Faruk Nafiz Çamlıbel (1898-1973) ile Kemalettin Kamu (1901-1948) Anadolu'yu ve vasat insan tipini şiire soktular. Hece vezni ile serbest tarzda şiirler yazan Enis Behiç Koryürek'in (1892-1949) şiirleri tarihi ve milli heyecanları yansıtır. Kendine has üslubu, vatan, coğrafya ve tarihini İstanbul dekoruyla canlandıran Yahya Kemal Beyatlı (1884-1958) hem şiirde hem de nesirde çok başarılı örnekler veren çok yönlü bir edebiyatçıdır.
Genç yaşında Rusya'ya giden ve oradan Marksist ve materyalist bir inançla dönen Nazım Hikmet Ran (1902-1963) Türkçe'nin estetiğini Mayakovski tesirleri taşıyan yeni bir tarzda kullanarak ihtilalci şiirler yazdı. 1960'lı yıllardan sonra Türk Edebiyatı içinde yaygınlaşan sosyalist akımının başlangıcı bu şiirler oldu. Ahmet Muhip Dıranas şiiri tamamen estetik olarak kabul eden şairlerdendir.

Aynı nesilden olan Arif Nihat Asya (1904-1976) üslup ve ruh yönünden zenginliğini şiirlerine aksettiren orijinal bir şairdir. Türk Edebiyatında küçük klasik hikaye yazma geleneğinin kurucusu ve en başarılı temsilcisi olan Ömer Seyfettin'in (1884-1920) hikaye kitapları 144 baskı yaparken kendisi en çok okunan yazar oldu. Sait Faik Abasıyanık (1906-1948) ve Sabahattin Ali'nin 1935 yılından sonra yayınladıkları hikayeler, birbirinden farklı iki yeni çığır açtı. Sait Faik, konuları İstanbul'da geçen ve şahsi izlenimlerine dayanan şiir duygusuyla dolu hikayeler yazdı. Materyalist bir dünya görüşüne sahip olan Sabahattin Ali, dış tasvirlere ve sade olaylara fazla önem veren hikayeler yazdı. Bu iki yazarla birlikte 1960'lı yıllardan sonra yoğunlaşan günlük hayat ve olayların, düşünce ve beklentilerin edebiyata akması başladı. 1940-1945 yılları arasında Türkiye II. Dünya Savaşına katılmamakla birlikte, siyasi,sosyal,kültürel bakımdan büyük değişikliklere uğradı. İdeolojik yönden Nazizm ve Faşizme karşı açılmış olan bu savaş bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye'de de batılı demokrasiye ve sosyalist akımlara üstünlük sağladı. Türkiye, bu yeni kuvvetler dengesi içinde Tanzimat'tan beri yöneldiği Batı medeniyetini ve örnek aldığı, Batı demokrasisini tercih etti. Demokrasiye bağlı hürriyet ve tenkitle beraber sosyalist ve Marksist görüşler de Türkiye'ye girdi. şiirlerini 1941 yılında Garip adlı kitapta toplayan Orhan Veli Kanık'a ve onunla aynı tarzı paylaşan Melih Cevdet Andan ve Oktay Rıfat, Garipçiler adıyla anıldılar ve Türk şiirlerinde yeni bir akım meydana getirdiler. Bu akımın esası, şiiri öteden beri vazgeçilmez unsurlar sayılan vezin, kafiye ve benzetmelerden sıyırarak, duyuların yalın ifadesi haline getirmekti. Orhan Veli, bu tarzda yazdığı başarılı şiirlerle kendisinden sonrakileri büyük ölçüde etkiledi. Cahit Sıtkı Tarancı (1910-1956) aynı sadeliği vezin ve kafiyeyi kullanarak sağladı. Tarancı mısra içindeki belirli durakları kaldırarak veya değiştirerek hece vezninde yenilik yaptı. Bu neslin dünya görüşü Andre Gide'in tesiri ile varlık ötesi geçmiş ve gelecek tasavvurları olmaksızın anlık duyumlara dayanıyordu. Sait Faik'in eserleri de dahil olmak üzere bu grubun eserlerinde yaşama sevinci hakimdir. Serbest şiir hızla yayılmış, Asaf Halet Çelebi, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Behçet Necatigil gibi başarılı temsilciler yetişmiştir. Asaf Halet Çelebi bazı şiirlerinde doğu mistisizmi ile tasavvufu birleştirdi. İlk şiirlerinde serbest çağrışımlara yer veren Fazıl Hüsnü Dağlarca, şuur altının karanlık akımlarını ifade eden sembollerle dolu orijinal şiirler yazdı. Behçet Necatigil, şiirlerinde büyük şehir hayatı içinde ezilmiş ve kaybolmuş insanın kırık, karanlık, dolaşık duygularını anlattı. şiirlerinde ahengi ihmal eden Necatigil, divan şiirinde olduğu gibi, gittikçe derinleşen bir arka planı işlemiştir. 1950 yılından itibaren Türk yazar ve şairlerinin büyük bir kısmı hayat görüşlerini "toplumsal gerçekçilik" adıyla edebiyata uyguladılar. Bu dönemde Batıdan gelen varoluşculuk ve gerçeküstücülük akımları da hayata bakış tarzıyla beraber eserlerinin kompozisyon ve üslubunu da değiştirdi. Son kırk yıllık Türk Edebiyatı Batıdan gelen akımlar, sosyalist dünya görüşü, milli ve dini yaklaşımlar ve çok partili dönemde çeşitlenen politik tercihler doğrultusunda fevkalade çeşitlilik göstermekte, edebiyat çok kere vasıta gibi kullanılmakta ve yeni arayışlar içinde görünmektedir. Kısa zaman içinde büyük şöhret kazanan veya adını pek az duyurabilen yazar ve şairlerin Cumhuriyet terkibi paralelinde kurulmakta olan yeni edebiyat geleneklerine katkıda bulunmakla beraber, bunlar hakkında içinde yaşarken objektif tenkitler yapmak ve edebiyat tarihindeki yerlerinin belirlenmesi mümkün olamamaktadır. Özellikle 1960'lı yıllardan sonra gelişen kadın yazar ve şairlerin sayılarının artmış olması feminist akımın da diğer pek çok akım gibi Türk Edebiyatı içinde yer almasını sağlamıştır. 1850-1986 yılları arasında isimleri en çok duyulan ve okunan roman ve hikayeciler şöyle sıralanabilir : Halide Nusret Zorlutuna, Nihal Atsız, Safiye Erol, Tarık Dursun K., Attila İlhan, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Tarık Buğra, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Firuzan, Adalet Ağaoğlu, Sevgi Soysal, Tomris Uyar, Emine Işınsu, Sevinç Çokum, Selim İleri, Cevat şakir (Halikarnas Balıkçısı), Bekir Büyükarkın, Necati Cumalı, Haldun taner, Mustafa Kutlu, Muhtar Tevfikoğlu, Bahaettin Özkişi, Durali Yılmaz, Rasim Özdenören, şevket Bulut.
Bu dönemin şairleri: Behçet Kemal Çağlar, Necati Cumalı, ümit yaşar Oğuzcan, Bekir Sıtkı Erdoğan, Atilla İlhan, Yavuz Bülent Bakiler, Mehmet Çınarlı, Mustafa Necati Karaer, Munis Faik Ozansoy, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, İlhan Geçer, İlhan Geçer, Bedri Rahmi Eyüpoğlu, Turgut Uyar, Sezai Karakoç, Bahaettin Karakoç'tur.

DİVAN EDEBİYATI

Türk edebiyatı XIV.asırdan Tanzimat dönemine kadar doğu medeniyetinin,dolayısıyla beş yüz yıl İran ve Arap edebiyatlarının etkisi altında yaşamıştır. Çünkü Orta Asya kültür çevresinden Anadolu bozkırına yerleşip,İslam dinini kabul eden Türkler,ister istemez Müslüman doğu kültürleri ile temasa geçmişler,Arap ve İranlıları edebiyat alanında örnek almışlardır. Anayurt'tan bir bütün olarak getirilen Türk edebiyatı,Anadolu'da halk ve divan edebiyatı olarak gelişmiştir. Halk edebiyatı,saz ve tekke şairlerinin elinde halk arasında yaşarken.saray çevresini dolduranlar da divan edebiyatının gelişmesini sağlamışlardır.
İran şairlerinin eserlerini taklitten başka bir şey olan divan edebiyatı ümmet çağındaki dini hayatı yansıtan her yönüyle bir saray edebiyatı hüviyetini taşımıştır. Bu edebiyatın en çok kullanılan edebi türü şiirdir. Olaylar ve hikayeler bile şiir olarak yazıldığından,bunun dışındaki edebi türlerin gelişmesini önlemiştir. Gazelleri,kasideleri,mesnevi ve hikayeleri,gerçek ve temelsiz inançları kapsayan eserleriyle yaşadığı devrin bir aynasıdır. Bu çağda başka türlü bir hayat ve edebiyat söz konusu olamaz. Halinden memnun Osmanlı toplumu henüz değişme ve yenileşme diya bir problemle karşı karşıya gelmemiştir.

Divan şiirine altın çağını yaşatan Ali şir Nevai,Fuzuli,Baki,Nedim,Nef'i,şeyh Galip gibi şairler bile konu bakımından kadın,aşk hikayeleri,şarap,tasavvuf,tabiat v.s. gibi temalar içinde sıkışıp kalmışlardır. Gerek bu içine kapanmış Osmanlı toplum düzeni,gerek toplumun içinde yaşadığı zevkleri yansıtan bu edebiyat,aşağı yukarı beş asır devam etmiştir. Bu bakımdan yüzyıllarca kalıplaşmış bir şekil ve anlatım düzeni içinde donup kalan ve asırlarca şairden şaire keyfi olarak Fars ve Arap dillerinin etkisinde kelen divan edebiyatına aruzla yazılan ve medrese öğrenimi görmüş yüksek tabakaya özgü bir edebiyattır diyebiliriz. Daha açıkçası sosyal olaylara karşı ilgisiz kalmış divan şairleri padişahların,hükümet ricalinin keyfine göre kaside ve gazeller yazmaktan başka iş yapmamışlardır.
Divan edebiyatı aslında halkın yabancı olmadığı aşk,ölüm,kıskançlık gibi insancıl duyguları da işlemiştir. Ama ne var ki kullanılan dil yüzünden halktan kopmuş,halka inememiştir. Çünkü halkın konuştuğu Türkçe ile divan edebiyatının İran ve Arap dillerinin sözcükleri ile dolu ağdalı terkipli dili arasında uçurum vardı. İşte divan şairlerinin kullandığı dil sayesinde Tanzimat,hatta Cumhuriyet dönemine kadar süren bir zevk ayrılığı meydana gelmiştir. Ayrıca yüksek tabaka,Araplardan gelen aruz vezniyle şiirler yazarken,halk ve tekke edebiyatlarında ise Türklerin İslam medeniyet dairesine girmeden önce kullandıkları hece vezni hakimiyetini sürdürmeye devam etmiştir.
şu halde divan edebiyatının devam ettiği beş asırlık bir zaman şeridi içinde gerek dil gerek vezin bakımından ayrı,ama halkın benimseyip gönlünde yaşattığı ikinci bir edebiyat ta birlikte yaşamıştır. Hatta yan yana ve iç içe. Ama divan edebiyatı hiçbir zaman ne halktan yana olmuş,ne de halk tarafından kabul edilmiştir. Sarayla halk arasındaki bu zevk ayrılığı yüzyıllarca sürüp gitmiştir.
Bu zümre edebiyatının medrese kültürü ve doğu zevkine bağlılığı yüzünden ne bir Türk nesri meydana gelmiş,ne bir Türk grameri ve sözlüğü ortaya çıkarılmıştır.
Saray ile halk arasındaki bu ikiliğin ve zevk ayrılığının meydana gelmesini Agah Sırrı Levent iki sebebe dayandırmaktadır.
1- Türk padişahları gösterişli ve tantanalı saraylara kurulduktan sonra göz kamaştırıcı bir hayat yaşamaya başlamışlardı. Bu görkemli saray hayatında yabancı ve Türk şairler hakanlara sundukları kasidelerle bol ihsanlar elde etmişlerdir. Bunun sonucunda ise halkın içinde yaşayan milli gelenekler bir yana itilerek sarayla halkın arası açılmıştır.Arap ve Fars dillerinin revaç görmesi sonucu Türk dili adeta bir yana itilmiştir.
2- Öğrenimini Arapça yapan medreseler de kültür yönünden halkı ikiye ayırmışlardır.
Bu devirde halkın dilini kullanıp,onun içine kadar inenler sadece görüşlerini yaymak için uğraşan ve bir nevi Anadolu'nun iç aydınlığı diyebileceğimiz tarikat sahipleri ile bölge bölge dolaşarak halk arasında bugün bile etkilerini sürdüren halk şairleri olmuşlardır.

TANZİMAT EDEBİYATI

Prof. Ahmet Hamdi Tanpınar;Tanzimat ve ondan sonra gelişen edebi cereyanları inceleyebilmek için Türk toplumunu etkilemiş bir kaç realite üzerinde durmak gerektiğini belirtir. Zira Tanzimat edebiyatı bir medeniyet değişmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bunu gözden uzak tutmamak gerekir.
Tanzimat ve sonrası dönemlerde Türk toplumunu etkileyen sosyal ve kültürel olaylar aynı zamanda edebiyatımızın da değişmesi ve yenileşmesine ortam hazırlamıştır. Bu önemli olaylar şunlardır:
1- 1839'da ilan edilen Tanzimat Fermanı
2- 1876 ve 1908 birinci ve ikinci meşrutiyet denemeleri.
3- 1918 imparatorluğun dağılışı ile 1923'te Cumhuriyet ilanı ve Ankara'nın başkent oluşu.
Bu önemli siyasi olaylar ve demokrasi denemelerinin her biri genellikle bir edebi hareketin başlangıcı ve gelişme ortamı olmuşlardır.
19. asır Osmanlı İmparatorluğu'nun gerileme ve çöküş devridir. Büyük fetihler artık gerilerde kalmıştır. Ordular yenilgilerden kurtulamaz olmuştur.III. Selim devrinde ilk kez orduda yapılan ıslahat hareketleri ile Avrupa'nın teknik ve kültürel üstünlüğü anlaşılmış ve imparatorluk yönünü batıya çevirmek zorunda kalmıştır.

İşte Tanzimat edebiyatına verilen isimde 3 Kasım 1839'da Reşit Paşa tarafından ilan edilen ve Gülhane Hattı Hümayunu da denilen yenileşme beratının yürürlüğe konmuş olmasından doğmuştur. Bu olay daha sonraları Tanzimat Fermanı olarak adlandırılacak,gerek siyasi alanda gerek edebi ve toplumsal hayatta batıya yönelmenin resmi bir belgesi sayılacaktır. Edebiyat Tarihçilerimizde 1839 yılını Tanzimat edebiyatının başlangıcı olarak kabul edeceklerdir.
Tanzimat dönemiyle yeni açılan mekteplerde öğretimin Türkçe'ye dönmesi, gazeteciliğin başlaması ve garp etkisiyle beraber gelişen milli şuur sonucunda yepyeni bir ortam doğmuştur. Tanzimat edebiyatı dediğimiz edebi yenileşme ister istemez toplum bünyesinde ki bu değişmelere,uyanan yeni fikir akımlarına paralel olarak ortaya çıkmış,yeni bir medeniyet değişiminin sonucu olarak gelişmiştir. Tanzimat dönemiyle birlikte edebiyatımızda sosyal ve siyasal konular günlük olaylar tartışma alanına çekilmiştir.
Tanzimat edebiyatının ilk nesli olan şinasi,Ziya Paşa,Namık Kemal'in amaç bakımından gayretleri aşağı yukarı aynıdır. Bu ilk nesil birbiri ardından ve birbirlerini bütünleyen çalışmalarıyla Türkiye'de siyasi Tanzimat devriyle ölçülmeyecek kadar geniş bir aydınlar sınıfı yetiştirmişlerdir. Asıl yaptıkları iş ise Türkçe'nin gelişmesine gösterdikleri çaba olmuştur. Bilhassa şinasi'nin (1826-1871) çıkarmış olduğu Tasvir-i Efkar gazetesi çevresinde uyandırdığı halkçı dil hareketi ve peşinden gelenlerin getirdiği yeni edebiyat anlayışı bunda önemli bir rol oynamıştır. Aynı zamanda Tanzimat edebiyatının kurucusu sayılan şinasi şiirde ilk defa eski şekiller içinde yeni kavramları kullanmıştır. Namık Kemal ise daima geniş yankılar uyandıran eserler yazmış,neslinin en gür sesli şairi ve dava adamı olarak görülmüştür.Ziya Paşa divan şiiri geleneğini sürdürmesine rağmen,siyasi ve sosyal düşünceler,halk dilinin yazı dili olmasını savunan fikirleriyle arkadaşlarının ortak ülkülerine katılmıştır.
Tüm bu yapılmak istenenlere rağmen Tanzimatçılar beş asır devam eden divan edebiyatı geleneğinden tam olarak kurtulamamışlardır. Bu ilk neslin genel sanat felsefesi “toplum için,vatan için,hürriyet ve halk için sanat” anlayışı olmuştur.
Tanzimat edebiyatının birinciler kadar kavgacı olmayan ikinci nesli diyebileceğimiz Hamit,Ekrem ve Samipaşazade Sezai gibilere gelince;bunlar ustalarının izinde yürümekle beraber,siyasi ortamın ve devlet yönetimindeki baskının Tanzimat'ın ilk yıllarına oranla ağırlaşması sonucu “Toplum için sanat” felsefesini bırakıp “Sanat için sanat” görüşünü benimsemişlerdir.
Tanzimat Edebiyatının bu iki nesli arasında Namık Kemal,şinasi,Abdülhak Hamit gibi güçlü temsilcileri yetişmiş olmasına rağmen, o yıllarda son çırpınışlarını gösteren eski edebiyatla,tutunmaya çalışan yeni edebiyat boğuşma halindedir.Bu devirde okuyan ve yazan kitle arasında eski edebiyata bağlı olanlar hala kabarıktır.Buna rağmen yeni neslin görüşleri bilhassa bizim için tamamen yeni olan gazete yazıları,roman,tiyatro,eleştiri gibi nesir çeşitlerinde daha kısa zamanda ve kolayca zafere erişir.

Tanzimat Edebiyatının Genel Özellikleri:

a. Tanzimat edebiyatı sanatçıları, Divan edebiyatında bulunan şiir, tarih, mektup, v.b gibi edebiyat türlerini Batı anlayışına göre yenileştirmişler; ayrıca, Divan edebiyatında hiç bulunmayan makale, tiyatro, roman, hikaye, anı, eleştirme, v.b. gibi yeni edebiyat türleri getirmişlerdir.
b. Tanzimat edebiyatının özellikle ilk devirlerinde yetişen sanatçıların çoğu (Ziya Paşa, Namık Kemal, v.b...) Montesquieu, Rousseau, Voltaire, v.b. gibi Fransız devrimci yazarlarının etkisi altında kalarak, makale ve şiirlerinde zulme, haksızlığa, hırsızlığa. geriliğe karşı şiddetli bir dille mücadeleye girişmişler; vatan, millet, hürriyet. hak, adalet, kanun, meşrutiyet. v.b. gibi kavramları memlekete yaymaya çalışmışlar, “toplum için sanat” anlayışını benimsemişlerdir. Tanzimat edebiyatının ikinci devrinde yetişen sanatçılar ise (Recai-zփ¢de Mahmut Ekrem, Abdülhak Hփ¢mit, Sami Paşa-zփ¢de Sezai v.b.) toplum işlerine daha az karışmışlar, “sanat için sanat” anlayışını benimser görünmüşlerdir.
c. Çoğu Fransız edebiyatını örnek olarak alan bu sanatçıların bir kısmı Klasisizm (şinasi, Ahmet Vefik Paşa, Ali Bey, v.b.).bir kısmı da Realizm (Recai-zփ¢de Mahmut Ekrem, Sami Paşa­zփ¢de Sezai, Nabi-zփ¢de Nփ¢zım, v.b.) akımlarının etkisi altında eserler vermişlerdir.
ç. Tanzimat edebiyatı, Divan edebiyatının tersine olarak, seçkin kişiler için değil, halk için meydana getirilen bir edebiyat olmak iddiasıyla ortaya çıkmıştır. Bu görüşü benimseyen sanatçılar (şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal, Ahmet Mithat, Ali Bey, v.b.) özellikle makale, tiyatro, anı, kısmen de roman türlerinde bu yolda eserler vermişlerdir. Tanzimat edebiyatının ikinci devrinde yetişen bazı sanatçılar ise (Recai-zփ¢de Mahmut Ekrem, Abdülhak Hamit, v.b.) bu amaçtan uzaklaşmış görünmektedirler.
d. Bu görüşün bir sonucu olarak, dilin sadeleşmesi, konuşma dilinin yazı dili haline gelmesi düşüncesi savunulmuştur.

Tanzimat edebiyatının başlıca sanatçıları (şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal, Ahmet Mithat, Ahmet Cevdet Paşa, şemseddin Sami, v.b.) dil konusunda böyle düşünmekle birlikte, hiçbiri eski alışkanlıklarından kurtulup da büsbütün konuşma diliyle yazmış değildir. Sade dil, daha çok, tiyatro; anı, mektup, bir dereceye kadar da makale ve romanlarda kullanılmıştır. Tanzimat edebiyatının ikinci devrinde yetişen sanatçıların bir kısmı ise ( Recai-zփ¢de Mahmut Ekrem, Sami Paşa-zփ¢de Sezai, özellikle Abdülhak Hamit) konuşma dilinden epey uzaklaşmışlardır.
e. Tanzimat edebiyatında en önemli yenilik, nesirde, anlatımın kuruluşunda görülmüştür. Bu edebiyatta söz hüneri göstermek değil, birtakım düşünceleri halka yaymak amacı güdüldüğünden, “seci” ler atılmış, asıl düşünce ile ilgisi bulunmayan doldurma sözlere yer verilmemiş, düşünceler sayfalarca süren uzun cümleler yerine kısa cümlelerle anlatılmaya çalışılmıştır.
f. Tanzimat edebiyatı nazmında şiirin konusu genişletilmiş, günlük hayatla ilgili her türlü olay, duygu ve düşünce şiir konusu olarak seçilmiştir;
İlk zamanlarda Divan edebiyatı nazım biçimlerinin dışına pek çıkılmamış, yeni düşünceler eski biçimler içinde söylenmiş (Ziya Paşa, Namık Kemal v.b.) ise de sonraları eski biçimler büsbütün bırakılarak yeni biçimler kullanılmaya başlanmıştır (Recai-zփ¢de Mahmut Ekrem, özellikle Abdülhak Hamit, v,b.) ; yeni nazım biçimleri ilkin Fransızca'dan yapılan manzum çevirilerde görülmüş, telif şiirlerde çok sonra kullanılmıştır; beyitlerin başlı başına birer bütün olmasıyla yetinilmeyip, bütün mısralar aralarında bir anlam bağı bulunmasına, Divan şiirindeki “parça güzelliği” anlayışı yer yine şiirin baştan sona kadar belli bir düşünce etrafında gelişmesine; yani “konu birliği” ne ve “bütün güzelliği” ne önem verilmiştir: genel olarak aruz vezni kullanılmakla birlikte, Türk'lerin tabiփ® ve ulusal vezninin hece vezni olduğu anlaşılmış, bu vezinle yazmaya tarafçılık edilmiş (Ziya Paşa, Namık Kemal, Ahmet Cevdet Paşa v.b), fakat bu istek geniş bir akım halini alamamış, sadece birkaç sanatçı (Ethem Pertev Paşa, Ziya Paşa, Namık Kemal, Ahmet Vefik Paşa, Abdülhak Hփ¢mit, Recai-zփ¢de Mahmut Ekrem v.b.) tarafından girişilen birkaç deneme ile yetinilmiştir.

EDEBİYAT-I CEDİDE (SERVET-İ FüNUN EDEBİYATI)

Edebiyat-ı Cedide, II.Abdülhamit (hük. 1878-1909) devrinde, Servet-i Fünun dergisi çevresinde toplanan sanatçıların Batı edebiyatı yolunda meydana getirdikleri bir edebiyat hareketidir.
Bu edebiyat, 1896'dan 1901'e kadar sürmüştür. Recai-zփ¢de Mahmut Ekrem, 1895 sonunda, Malփ»mat adlı bir dergide yazan Muallim Naci izleyicileriyle kafiyenin göz için mi, kulak için mi olduğu tartışmasına girişmiş ve bu gazeteye karşı cevaplarının bir kısmım Ser­vet-i Fünun dergisinde yayınlamıştır. Servet-i Fünun, Recai-zփ¢de'nin Mekteb-i Mülkiye'den öğrencisi olan Ahmet İhsan Tokgöz tarafından 1891 yılından beri çıkarılmakta idi. Recai-zփ¢de, bunu bir edebiyat dergisi hփ¢line getirmek için Ahmet İhsan‘la anlaşmış ve kendisinin Mekteb-i Sultanփ® (Galatasaray Lisesi) den öğrencisi olan Tevfik Fikret'i derginin “kısm-ı.edebփ® ser-muharrirliği” ne getirmiştir. O sırada Mektep ve başka dergilerde yazan ve Recai-zփ¢de tarafını tutan başka gençlerin de 1896'da bu dergi çevresinde toplanmasıyla “Edebiyat-ı Cedide” topluluğu meydana gelmiştir.


ç. Tanzimat sanatçılarının tersine olarak, halka seslenmek düşünülmemiş, havasa mahsus bir edebiyat meydana getirilmiştir ; kendilerinin de söylediği gibi ; “Servet-i Fünun edebiyatı umuma avփ¢ma mahsus değildir”.
d.Bu düşünüşün bir sonucu olarak, dil konusunda da Tanzimat sanatçılarından daha geri bir anlayışla, konuşma dilinden büsbütün uzaklaşılmış yazı dilinde o zamana kadar kullanılanlardan başka, Arap ve Farsça sözcükleri karıştırarak Türkçe'de kullanılmayan birtakım yeni sözcükler (nahcir [av], şegaf [çılgınca sevgi], tirփ¢je [alփ¢imisema, gökkuşağı] v,b.) bulunup çıkarılmış; Batı ede­biyatından alınan yeni kavramlar Fars dilinin kurallarıyla kurulmuş birtakım yeni isim ve sıfat tamlamaları (sփ¢փ¢t-ı semen-fփ¢m [yasemin renkli saatler], lerziş-i bփ¢rid [soğuk titreme], v.b...) ve yeni bileşik sıfatlar (tehi-baht [boş talihli], şikeste-reng [kırık renkli], v.b...) ile karşılanmış: aynen Fransızca'da görü­len birtakım yeni deyim ve söyleyişler de (el sıkmak, dest-i izdivacını talep etmek v.b.) Türkçe'ye aktarılmış, nesirde Fransızca'nın sözdizimi Türk diline uydurulmaya çalışılmıştır.
e. Benzetmelerle yüklü olan süslü bir dille yazmak, yerli yersiz ah!, oh! gibi ünlemlere fazla yer vermek., ve bağlacını sık sık kullanmak, bir düşünceyi kuvvet­lendirmek veya ondan dönmek maksadıyla söz arasına evet evt!, hayır hayır! gibi sözcükler sıkıştırmak, ikide bir güzelim!, meleğim! gibi hitaplarda bulunmak Edebiyat-ı Cedide üslubunun başlıca zayıf, yapmacıklı yanıdır.
f. Hikփ¢ye ve roman türünde teknik kuvvetlenmiş (mesela, süs için yazılan gereksiz tasvirler ve konu dışı bilgi vermeleri vak'anın yürüyüşü durdurulmamış, serde yazarın kişiliği gizlenmiştir) ; Fransız realist ve natüralist yazarlarının eserleri örnek tutulmuş; bunun sonucu olarak, hep hayatta görülen ya da görülmesi olanağı bulunan olay ve kişiler anlatılmıştır; vak'alar çok defa İstanbul'da geçirilmiştir. (Abdülhamit devrinde memlekette gezi özgürlüğü olmadığı için, yazarlar memleketin İstanbul dışındaki yerlerini tanımıyorlardı).
Türk Edebiyatı'nın bu devrine Servet-i Fünun Devri denilmesi bu edebi hareketin Servet-i Fünun Dergisinde gerçekleşmesi ile ilgilidir.Divan edebiyatına karşı kurulmasına karşı çalışılan Avrupai Türk edebiyatını ifade için kullanılmasına Tanzimat devrinde başlanmış olan Edebiyat-ı Cedide teriminin de bu harekete ad olması ise hareketin bu terimi tamamiyle benimseyip kendi hakkında da pek sık kullanmasındadır.
Edebiyat-ı Cedide'yi meydana getirenler:şair olarak,Tevfik Fikret,Cenap şahabettin,Hüseyin Suat,Ali Ekrem,Ahmet Reşit,Süleyman Nazif,Celal Sahir. Hikayeci ve romancı olarak:Halit Ziya,Mehmet Rauf,Hüseyin Cahit,Ahmet Hikmet.
17 Mart 1891'de İstanbul'da Ahmet İhsan tarafından çıkarılmasına başlanılan Servet-i Fünun, isminden de anlaşılacağı gibi başlangıçta daha çok fenni yazılara yer veren bir dergiydi. Tevfik Fikret'in yazı işleri müdürlüğüne gelmesinden sonra tam bir edebiyat ve sanat dergisi olmaya başladı. Bu dönemde her türlü yayın büyük bir kontrol,basın sıkı bir sansür altında idi.
Dergi kısa zamanda gerek şekilce ve gerekse duyuş ve hayaller bakımından tamamıyla Avrupai şiirler,hikayeler,romanlarla dolmaya başladı.Türk şiirine Fransız şiirinden birçok yeni hayaller getirildi.Bunları ifade için yeni tamlamalar kullanıldı.Sözlüklerden yeni yeni Farsça ve Arapça kelimeler çıkarıldı.Böylece konuşma dilinden iyice uzaklaşıldı.1898 Yılının sonlarında Servet-i Fünuncular eski edebiyatı tutanlara karşı mücadeleyi kazanmıştır.

Yazarların kendi aralarında bazı anlaşmazlıklar ortaya çıktı.Zaten sanat anlayışında esaslar bakımından birleşmekle beraber bunların uygulanmasında öteden beri aralarında bazı görüş ayrılıkları vardı.1901 Yılının başlarında idari bir mesele yüzünden Ahmet İhsan ile Tevfik Fikret'in arasıda anlaşmazlıklar çıktı.Tevfik Fikret'in dergiden ayrılması üzerine Servet-i Fünun ciddi bir bulanımın içine düştü.Dergi II. Abdülhamit tarafından kapatıldı ve sorumluları mahkemeye verildi.Mahkeme tarafından şuçsuz bulundan Servet-i Fünun 5 Aralık 1901'de tekrar yayınlanmaya başladı.Ama kısa bir süre sonra tekrar dağıldı.Servet-i Fünuncular II.Meşrutiyet'e kadar pek az şey yayınladılar. Bu tarihten sonra tekrar ortaya çıktılarsa da şartlar değişmiş ve yeni bir nesil yetişmişti. Servet-i Fünuncular çalışmalarına ayrı ayrı dergilerde ve dağınık bir şekilde sürdürdüler ise de hiçbir zaman tekrar bir araya gelemediler.
Edebiyat-ı Cedide'nin başlıca sanatçıları şunlardır:
şairler: Tevfik Fikret, Cenap şahabettin, Hüseyin Siret Özsever, Hüseyin Suat Yalçın, A. Nadir (Ali Ekrem Bolayir), Süleyman Nesip (Süleyman Paşa-zփ¢­de Sami), İbrahim Cehdi (Süleyman Nazif), H..Nփ¢zım (Ahmet Reşit Rey), Faik Ali Ozansoy, Celփ¢l Sahir Erozan, v.b...
Nesirciler: Halit Ziya Uşaklıgil, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit Yalçın, Müftüoğlu Ahmet Hikmet, Safve­t Ziya. v.b...

FECR-İ ATİ EDEBİYATI

24 Temmuz 1908'de ilan edilen II. Meşrutiyet'ten sonra ülkede canlı ve hareketli bir edebiyat hayatı başlamıştır. Edebiyatta ki bu canlılık aslında ülkede II.Meşrutiyet'in getirdiği özgürlük ortamı içinde her türlü fikrin serbestçe tartışılabilir hale gelmiş olmasındandır.II.Meşrutiyet'in ilanından sonraki devirde edebiyatımız biraz da Abdülhamid'in baskılı rejiminden kurtularak imparatorluğu çepeçevre saran siyasi olayların içine girmiştir.
Bu yılların edebiyat ortamında edebiyata hevesli İstanbul gençlerinden bir grup 1909 da Fecri Ati adında bir topluluk kurarlar. ülküleri Servet-i Fünun topluluğuna benzeyen fakat onlardan daha ileri bir edebiyat topluluğu meydana getirmektir. Bunlarda tıpkı Edebiyatı Cedideciler gibi Servet-i Fünun dergisini kendi eser ve görüşlerini yazacak bir organ saymışlar,edebiyatta yapmak istediklerini de bir bildiri ile açıklamışlardır.
Bu bildiride yeni görüşün hangi prensiplere sahip olduğu ve çizilmiş bir hedefe benzer hususlar yoktur. Edebi bir görüşün belirtilmesinden çok,genç edebiyatçıların birlikte hareket edecekleri ve topluca çalışıp yazacakları açıklanmıştır.Önemli bir prensip ortaya koyamayan ve Servet-i Fünuncular kadar etkili bir ekol olamayan Fecri Ati topluluğunun daha sonraları ortaya çıkan gaye ve prensibi şöyle özetlenebilir. “Sanat,şahsi ve muhteremdir.”
Ne var ki topluluğun üyelerinin hem yaş olarak çok genç olmaları,hem kültür yönünden oldukça zayıf bulunmaları,hem de edebiyatımızda yeni bir çığır açacak önemli prensipler ortaya koyamamış bulunmaları yüzünden Milli Edebiyat Hareketi'ni savunanlarca çok kolay bertaraf edilmişlerdir.Zaten Fecri Ati topluluğu varlıklarını gösterebilmek için sık sık kendilerinden öncekileri hırpalayan eleştiriler kaleme almaktan, Edebiyatı Cedideciler'in dil anlayışlarını sürdürüp bazı batı örnekleri teklifinden başka önemli bir rol oynayamamışlardır.
Ali Cenap Yöntem'in o zaman Selanik'te topluluğun muhabir azası olmasına rağmen, onların fikirlerini de eleştirmesi belli bir edebi görüş birliğinin Kurulmamış olduğunu gösterir.Bu yüzden Fecri Aticiler daha fazla dayanamayıp iki yıl sonra Balkan Savaşı içinde dağılmışlardır.
Fecri Ati topluluğunun yazarları şunlardır: Celal Sahir,Ahmet Haşim,Emin Bülent,Mehmet Fuat,Tahsin Nahit,Mehmet Behçet,Faik Ali,Refik Halit,Yakup Kadri,Hamdullah Suphi,Fazıl Ahmet,şahabettin Süleyman...
Sonuç olarak bu topluluktan edebiyat tarihimize önemli bir ekol değil,bir kaç tane isim kalmıştır.Yakup Kadri,Refik Halit,Ahmet Haşim ve Fuat Köprülü.Bunlardan Ahmet Haşim dışında diğerleri Milli Edebiyat akımının önemli ölçüde etkisi altında kalarak,yazı hayatına devam etmişlerdir. Bilhassa Fuat Köprülü,daha sonraları yaptığı ilmi araştırmalarla Milli Edebiyat hareketinin aydınlanıp yayılmasına önemli katkılarda bulunmuştur.

Fecr-i Ati Edebiyatının Genel Özellikleri:

·Örnek olarak Fransız edebiyatını aldılar.
·Eserlerinde aşk ve tabiat konusunu işler.
·Duygulu ve romantik bir aşkı dile getirdiler.
·Gerçekten uzak tabiat tasvirleri yaptılar.
·Fransız sembolistlerinden etkilendiler.
·şiirlerinde aruz veznini kullandılar.
·Serbest müstezatı geliştirerek kullanmaya devam ettiler.
·Ağır bir dil kullandılar.dil Arapça,Farsça kelime ve tamlamalarla yüklüdür.
·Herhangi bir yenilik getirememişlerdir.Serveti Fünun edebiyatının devamından öteye gidememişlerdir.
·Fecr-i Ati topluluu:Refik Halit Karay ,Ali Canip Yöntem ,Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ahmet Haşim, Celal Sahir gibi sanatçılardan oluşur.

MİLLփş½ EDEBİYAT DÖNEMİ

Meşrutiyet (1908)'ten sonra memlekette başlayan ve o devirde “Türkçülük” adı verilen milliyet hareketi, “edebiyatta millփ® kaynaklara dönme” düşüncesinin doğmasına yol açmıştır. “Millփ® kaynaklara dönme” sözüyle ; dilde sadeleşme, aruz vezni yerine hece veznini kullanma, yerli hayatı yansıtma kastedilmiştir. Bunları gerçekleştirmeyi ülkü edinen edebiyat akımına “Millփ® Edebiyat” adı verilmiştir.
a. Dilde sadeleşme hareketi 1911 nisanında Selanik'te Ömer Seyfettin, Ali Canip ve Ziya Gökalp tarafından çıkarılan Genç Kalemler dergisinde “Yeni Lisan” adıyla ileriye sürülmüştür. Bunlar, konuşma dilini yazı dili haline getirme davasını benimsemişler, “Millփ® edebiyat'ın millփ® lisan'dan doğacağı”nı (Ömer Seyfettin) söylemişlerdir. Bu hareket kısa zamanda tutunmuş ve XX. yüzyıl edebiyatının ayırıcı niteliği olmuştur.
b. Aruz vezni yerine hece veznini kullanma davası ilkin Mehmet Emin'in 1897 Yunan savaşı dolayısıyla yayınladığı Türkçe şiirler adlı kitabı vesilesiyle ortaya sürülmüş, Rıza Tevfik'in halk şiirleri yolundaki koşma ve nefesleriyle desteklenmiş ise de, uzun zaman gerçekleşememiş; ancak Birinci Dünya Savaşı içinde, özellikle 1917'de Servet-i Fünun dergisi tarafından “şairler Derneği” adıyla toplanan gençler (Orhan Seyfi, Yusuf Ziya, Faruk Nafiz, v.b.) tarafından benimsenmiştir.Bu dönemde aruz vezni de bir yandan sürüp gitmiş ve Mehmet Akif, Ahmet Haşim, Yahya Kemal gibi üç kuvvetli sanatçının elinde varabileceği gelişmenin en yüksek noktasına erişmiştir.
c. Yerli hayatı yansıtma davası ise, yalnız birkaç şair (Mehmet Emin, Mehmet Akif, kimi şiirleriyle Yahya Kemal, Cumhuriyet devrindeki bazı şiirleriyle Faruk Nafiz, v.b.) ve daha çok hikփ¢ye ve roman yazarları tarafından benimsenmiştir.
ç. şiir alanında, hece vezninin ilk ürünlerini veren şairlerin (Mehmet Emin'den başka) hemen hepsi bir yandan aruzla yazmışlar; bir yandan da, Türkçülük hareketinin ve Ziya Gökalp'in etkisiyle, hece veznine yönelmişlerdir. Ne var ki, bunların hece vezniyle ortaya koydukları ürünler, yalnız biçim (dil, vezin, nazım biçimi) kaygısıyla yetinilen, derinliği olmayan, yalınkat manzumelerdir.
Gerçek değer taşıyan şiirler, aruzun son üç ustasının “Mehmet Akif, Ahmet Haşim, Yahya Kemal” kaleminden çıkmıştır. Bunlardan Mehmet Akif, önce Tev­fik Fikret'in uyguladığı “nazmı nesre yaklaştırma” hareketini sürdürüp geliştirmiş; Ahmet Haşim ile Yahya Kemal ise, bunun tam tersi bir tutumla, “şiir nesre çevrilme olanağı bulunmayan nazımdır; (...) musiki ile söz arasında, sözden çok musikiye yakın, ortalama bir dildir” (A.Haşim), ve “şiir, nesirden bambaşka bir hüviyettedir : musikiden başka türlü bir musikidir” (Y. Kemal) görüşünü savun­muş ve uygulamışlardır. Bu üç şair, bir yandan da, Türk şiirinde üç ayrı akımın temsilcisi olmuşlardır : Mehmet Akif, şiirde Tevfik Fikret'ten devir aldığı “Realizm” akımını geliştirmiş, “hayal ile alışverişi olmadığını, her ne demişse görüp de söylediğini, en beğendiği mesleğin hakikat olduğunu” bildirmiş, Fecr-i փ‚ti topluluğundan gelen Ahmet Haşim, Batıdan gördüğü “Sembolizm” akımını benimsemiş, “dünyanın şekillerini hayal havuzunun sularında seyrettiğini; onun için, dünyanın taşlarını ve bitkilerini renkli bir akis gibi gördüğünü” belirtmiş; Yahya Kemal de, yine Batıda gördüğü “Romantizm” akımını benimsemiş ve bu anlayışla, Divan şiiri yolunda klasik şiir denemelerine girişmiş; sade dille ve yeni nazım biçimleriyle yazdığı şiirlerinde de yine biçim kusursuzluğuna, yapmacıksız ve sağlam anlatıma önem vermiştir.


Gözleme dayanan bu yerli hayatı yansıtma isteğinin sonucu olarak, çoğu yazalar Realizm (Ömer Seyfettin, Yakup Kadri, Refik Halit, Reşat Nuri, Memduh şevket, v.b), hatta kimileri Natüralizm (Bekir Fahri, Selփ¢hattin Enis, kimi hikփ¢yeleriyle F. Celփ¢lettin, kimi romanlarıyla Osman Cemal, v.b.) ilkelerini benimsemişlerdir
Çoğu Fransız (Yakup Kadri, Refik Halit Reşat Nuri, Peyami Sata, Abdülhak şinasi), kimisi İngiliz (Hailde Edip), kimisi Rus (Memduh şevke) edebiyatlarının etkisi altında kalan bu devir sanatçılarının bir bölüğü de Hüseyin Rahmi ve Ahmet Rasim yolunu sürdürmüşlerdir (Ercüment Ekrem, Sermet Muhtar, Osman Cemal, kimi hikփ¢yeleriyle F. Celփ¢lettin).
Parti kavgalarının kızıştığı Meşrutiyet ve Mütareke devirlerinde okuyucunun mizaha ve toplumsal yergiye düşkünlük göstermesi, bir çok yazarın (Ömer Seyfettin, Refik Halit, Ercüment Ekrem, Sermet Muhtar, Osman Cemal, Reşat Nuri, F. Celalettin v.b) mizaha eğilim göstermesine yol açmıştır.
Tiyatro alanındaki verim, hikփ¢ye ve roman kadar başarılı sayılamaz. Ger­çi, Meşrutiyetin ilփ¢nıyla birlikte birçok tiyatro topluluğu ortaya çıkmış; hattփ¢ bir de tiyatro okulu açılıp ilk resmփ® tiyatro (Dփ¢rülbedayi-i Osmanփ®) kurulmuş; bunlar eser yetiştirmek için pek çok yazar o alanda birtakım denemelere girişmiş ise de, bunların çoğu başarı çizgisinin çok altındadır. çeviri ve uyarlama arasında bir tek çevirmenin (İbnürrefik Ahmet Nuri) uyarlamaları belli bir değer çizgisinin üstüne çıkmıştır.
Bu devrin başlıca yazar ve sanatçıları şunlardır:
Bilim yolunda: Ziya Gökalp. Fuat Köprülü. v.b.
şiir alanında : (Aruz vezniyle) Mehmet Akif, Ahmet Haşim, Yahya Kemal Beyatlı, v.s.
(Hece vezniyle) Mehmet Emin Yurdakul, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Halit Fahri Ozansoy, Enis Behiç Koryürek, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç, Faruk Nafiz Çamlıbel, v.b.(Bunlardan Ahmet Haşim fıkra ve gezi notları; Yahya Kemal makale; Halit Fahri, Yusuf Ziya, Faruk Nafiz man­zum oyun da yazmışlardır.)
Hikaye ve roman alanında: Ebubekir Hփ¢zım Tepeyran, Ömer Seyfettin, Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Refik Halit Karay, Ercüment Ekrem Talu, Selփ¢hattin Enis, F. Cemփ¢lettin, Osman Cemal Kaygılı, Reşat Nuri Güntekin, Peya­mi Safa, Memduh şevket Esendal, Halikarnas Balıkçısı, Sermet Muhtar Alus, Abdülhak

Bu konuyu yazdır

  TELEVİZYONDA şİDDET
Yazar: bjkli.akif - 10-20-2006, 09:00 PM - Forum: Sosyoloji - Yorum Yok

TELEVİZYONDA şİDDET


Kitle iletişimi alanındaki toplumsal araştırmalarda üzerinde ısrarla durulan ve belki de en az açıklığın sağlandığı konu değişik araçların etkileridir. Birçok ülkede kitle iletişim araçları izlenirken sarfedilen zaman ve bu araçların üretim ve dağıtımı için ayrılan kaynakların miktarı düşünüldüğünde, böyle bir sorgulamanın nedeni yeterince anlaşılabilir. Bir yanıt oluşturmak için çok şey yazılmış ve epeyce araştırma yapılmışsa da konunun hem kitle iletişim araçlarının genel önemi, hem de özelde kitle iletişiminin belirli düzeylerinin olası etlileri açısından yine de tartışmalı olduğu kabul edilmelidir. Bu konuda bitmeyen zorluklardan birisi araçların etkilerini araştıranlarla kitle, kitle iletişim araçları üreticileri ve alanda kamu politikalarını oluşturanlar arasındaki iletişim eksikliğinden kaynaklandığından tartışma kaçınılmaz olarak kullanılan terimlere bazı açıklıklar getirilmesiyle başlamalıdır. Belki de her şeyden önce belirtilmesi gereken, din, hukuk, eğitim gibi kitle ile ya da belirli kitlelerle iletişimde bulunan ve amaçları kadar etkileri açısından da sorgulanabilecek benzeri kitleler için böyle bir soru çok nadiren yöneltilmiş olduğundan kitle iletişim araçları konusunda da etkilerin sorgulanmasının haksızlık olacağıdır. Kitle iletişim araçları içerikleri ve örgütleniş biçimleriyle çok çeşitlilikler gösterir ve toplum üzerinde etkili olabilecek geniş bir alandaki faaliyetleri kapsarlar. Sorunun sadece daha haklı kılınması için değil, anlamlı hale getirilmesi için de belirli nitelik ve özelliklerden söz etmemiz gerekiyor (Korkmaz, Kaya, 1983, 45). İngiltere’de Halloran, Televizyon araştırma Komitesinin ilk raporunda, Klapper gibi, “etki” araştırmalarının genel bir değerlendirmesini yapmıştır. Klapper’in bulgularını kanıtlayan Halloran “sosyolojik” yaklaşımın yeni yönelim olduğunu ve olması gerektiğini ortaya atmıştır. McQuail bu yeni dönemi etki sorusunun tekrar açılması olarak belirler. Halloran ve McQuail aynı çevrenin aydınlarıdır ve görüşleri birbirinin tamamlayıcısıdır. “Yeni Dönemi” McQuail, etki sorusunun yeniden açılması olarak alır. Bu yeniden açılma görüşü, Klapper’in ulaştığı az etki sonucuna bir tepkidir. Bu yeni dönemde, McQuail gibiler kitle iletişim araçlarının etkisi soruşturmasını sürdürürken, Halloran gibiler dikkatlerini kitle iletişim araçlarının toplumsal kurum ve kitle iletişiminin toplumsal süreç olarak incelendiği bir sosyolojik yaklaşımın gelişmesine ve geliştirilmesine çevirirler. McQuail’e göre, kitle iletişim araştırmaları, 1960’larda iletilerin kişilerde doğrudan etkisiyle ilgili eski modellerden, toplumsal sisteme ve uzun dönemdeki sosyokültürel kurumlara ve davranışlara etkisini incelemeye yöneldi. Çalkantılı 60’larda, Amerikalı ve Avrupalı araştırmacılar güçlü kitle iletişim araçlarının sözde tehlikeli olmayan etkilerini daha derinden soruşturmaya ve iletileri yönetici sınıfların sömürücü ideolojileri olarak yorumlamaya başladılar. Bu araştırmacılara göre, iletişim ve kitle iletişim araçları örgütlenme kalıpları herhangi bir toplumsal yapının doğasında bulunur ve değişim basitçe iletiyi değiştirmekle değil, toplumsal gücün daha eşitçi dağılımı ile gerçekleştirilebilir. McQuail’e göre, iletişim araçları içerik ve örgütlenme bakımından çok çeşitlidir ve topluma etkide bulunabilecek çeşitli etkinlikleri içerir. McQuail ilk olarak etki ile etkililik ayrımı yapar: Etki, kitle iletişim araçlarının işleyişlerinin doğuracağı sonuçları, etkililik ise, belli amaçları elde etme kapasitesini gösterir. McQuail’in üzerinde durduğu ikinci nokta, zamanla ilgilidir. Geçmişle mi, yoksa geleceğe yönelik kestirimlerle mi ilgileniyoruz? Geçmişle ilgileniyorsak kesin olmamız gerekir. Gelecekle ilgili isek, bu çoğu kez şu anda ne olduğunu ve sonuçlarının neler olabileceğinin kestirilmesini gerektirdiğinden kaçınılmaz olarak bazı belirsizlikler olacaktır. üçüncü olarak, ister birey, grup, kurum ister bütün toplum ya da kültür düzeyinde olsun, etkilerin hangi düzeyde oluştuğu konusunda açıklığa sahip olmamız gerekir. Bunların her biri veya hepsi herhangi bir yolla kitle iletişiminden etkilenebilir. Düzeyi anlamlı bir biçimde gösterebilmek için üzerinde etkide bulunabilecek olguları belirlememiz gerekir. Bazı olguları özellikle bireysel olabildikleri gibi, kurumların ve toplumların ortak ifadesi olabilecek görüş ve inançları çeşitli düzeylerde inceleyebiliriz. Diğer yandan kurumların işleyişleri çerçevesinde kitle iletişim araçlarının etkilerini incelemek için farklı rol sahibi kişiler arasındaki ilişkileri ve bu rollerin yapı ve içeriklerini de gözönüne almak gerekir. Kitle iletişim araçlarının sadece bireysel siyasi görüşleri değil, yürütülüş ve başlıca etkinliklerinin düzenleme biçimlerini de etkilemesinin olası olduğu siyaset alanı iyi bir örnek oluşturmaktadır. Etki düzeyinin farklı oluşuyla zaman aralıklarının değişik olması arasında bağlantı olduğu da açıktır. Kültür ve toplumda değişmeler ortaya çıkışları yavaş, kesin bilinmeleri ve kökenlerinin ortaya çıkarılması öyle kolay olmayan, büyük olasılıkla devam edecek değişmelerdir. Bireyleri etkileyen değişikliklerin ortaya çıkışları çabuk, gösterilmeleri ve bir kaynakla ilişkilendirilmeleri göreli olarak kolay, önem ve başarılarının değerlendirilmeleri ise daha az kolaydır. bütün bu nedenlerle kitle iletişim araçlarının etkilerine ilişkin daha geniş ve anlamlı soruların çatışan yorumlara en fazla konu olduğu ve elimizdeki en kesin bilgilerin önemsiz görülüp genelleme için bir temel oluşturmadığı suçlamasına açık bir görüntüyle karşılaşmaktayız. Çözümleme düzeyi ne olursa olsun, bir dizi başka belirlemenin önceden bunlara eklenmesi yararlı olabilecektir. Kitle iletişim araçları bir şeyi değiştiriyor, bir şeyleri önlüyor, bir şeyleri kolaylaştırıyor, güçlendiriyor ya da doğruluyor mu? Sorulacak böyle bir sorunun önemi açıktır. Ancak tartışmanın başında bir noktanın vurgulanmasında da yarar vardır: “Hiç değişiklik getirmeyen” etki durumu da tam tersi bir durum kadar anlamlı olabilir ve bazı konularda kitle iletişim araçlarının değişiklik oluşturma, geliştirme yerine onu engellediğine ilişkin fazla kuşku yoktur. Kitle iletişimi araştırmalarının doğal bir tarihi vardır. Araçların etkilerinin incelenmesi kamuyu çok yakından ilgilendirmektedir. Bilimsel ölçütlere göre pek ilişkisi olmayan bir çok akımdan da güçlü bir biçimde de etkilenmiştir. Bir yanda suç, şiddet, kültürel ve ahlaki durum, iletişim araçlarının eğitici ya da beyin yıkayıcı gücü gibi kaygı kaynağı başlıca noktalar vardır. Bunların her biri, zaman içinde artan ya da azalan önemlerde etkilere uğramışlardır. Diğer yanda da kullanılan iletişim aracının ya da onun kullanım biçiminin değişmesine neden olan teknoloji ve sosyal davranıştaki değişme olguları bulunmaktadır.
McQuail’e göre, yeni dönemde kitle iletişiminin etkisi hakkında, özellikle televizyon ve basında, yeni düşünceler ve teni veriler toplanmaktadır. İletişim araçlarının etkisi sorusunun yeniden açılması birkaç temele dayanır: İlk olarak, “etkili olmama” dersi öğrenilmiş, kabul edilmiş ve eski inançların (güçlü etki veya etkisizlik) yerini daha alçakgönüllü beklentiler almıştır. Az etki umulduğunda yöntemler daha kesin olmak zorundadır. Buna ek olarak toplumsal konum ve izleyicinin önceki tutumlarıyla ilgili değişkenler yeterince ölçülebilir. Eskiyi gözden geçirmenin ikinci dayanağı kullanılmış olan yöntemler ve araştırma modellerinin eleştirisidir. Bu yöntemler ve modeller kişilerde olan kısa dönemli değişmeleri ölçmek ve açıklamak için hazırlanmış, özellikle tutum kavramı üzerinde durulmuştu. Seçenek araştırma yaklaşımları daha uzun zaman dilimini dikkate alabilir, tutumlar ve düşünceler yerine halkın ne bildiğine bakabilir, izleyicilerin kullanış ve güdüleri etki aracı olarak alınabilir, bireysel sorunlar yerine inanç, düşünce ve toplumsal davranış yapılarına bakabilir, etkisi incelenen içeriğe daha çok dikkat edilebilir (McQuail, 1977, s.73-74). Toplumsal gerçekliğin tanımı ve normların oluşumu konusunda süreçler çeşitlidir. Burada esas olarak çok kez rastlantısal, planlanmamış ve alıcı için bilinçsiz, gönderici bakımından ise neredeyse her zaman belirli bir amaca dayanmayan, iletişim araçları yoluyla öğrenme sürecini ele almaktayız. Bu nedenle etkililik kavramının kullanımı, toplumsal gelişmede iletişim araçlarının planlanmış ve bilerek bir rol üstlendiği toplumlar dışında genellikle yerinde olmayacaktır. Olup bitenin başlıca iki yönü vardır. Bir yön iletişim araçlarıyla sunulan toplumsal dünyanın tutarlı bir görüntüsü ve izleyici topluluklarının gerçekliğin sunulan bu biçimini olguların, normların, değerlerin, beklentilerin gerçekliği olarak benimsemesi, bir diğer yönde bireyin davranışlarının ve ben kavramının biçimlenmesinde yeri olan iletişim araçları ile kişinin kendisi arasında sürekli ve selektif bir etkileşim olmasıdır. Toplumsal çevremizi öğrenir ve edindiğimiz bu bilgilere göre davranırız. Daha ayrıntıya girersek, kitle iletişim araçlarının çalışma hayatı, aile yaşamı, siyasal davranış vb. alanlarda bunlara bağlı beklentiler üzerine bir şeyler anlatmasını umduğumuzu söyleyebiliriz. Bunlar ve toplumsal yaşamın başka alanlarda belirli değerlerin seçici olarak güçlendirilmesini bekleriz. Kişilerle, iletişim araçlarının gerçek ya da yapıntılı kişileri arasında bir tür diyalog ve bazı durumlarda bu önemli başkalarının değer ve bakış açılarıyla bir özdeşleşme bekleyebiliriz. Bir çok durumda alternatif bilgilere sahip olunabilmesine veya izleyici topluluğu tarafından bir gerçek payı bırakılması nedeniyle iletişim araçlarının betimlediklerinin olduğu gibi benimsenme olasılığı ya yoktur ya da çok olağan dışıdır. İçerikte yer alan bilgiyi etkinin kanıtı olarak görmemeliyiz. İkisi arasında yakın bir bağıntı yoktur ve bu bazı çalışmalarda gösterilmektedir. Bağlantıların yitirildiği bir toplumda kitle iletişim araçları toplumsal anlaşmanın gerçekte ne olduğu ve sapmanın niteliği konularında bilginin asıl kaynağıdır. İletişim araçları moral panikleri kolaylaştırmakta, günah keçilerini belirlemekte ve böylece toplumsal denetimin sağlanmasında yol gösterici olmaktadırlar. İletişim araçlarının gerçeğin izlenimlerini oluşturma ve toplumsal normları tanımlamada etkili oldukları ya da etkisiz kaldıkları koşulları tam belirleyemememiz, eldeki kanıtlar yetersiz olduğundan şaşırtıcı değildir. Suç ve şiddet sorunuyla, iletişim araçlarından bireysel olarak edinilen bilgi ve haberlerden ortak tepkilerin oluştuğu panik durumuyla ilgili etkiler esas olarak elektronik araçlarla enformasyonun çok hızlı (bazen neredeyse olayla aynı anda) iletilebilmesi ve bunların bireylere aniden ulaşması sonucunda ortaya çıkmaktadır. Kaynak ile aracı arasında aracısız bağlantı kurulabilmesi olasılığı ve ortaya çıkan tepkinin göreli olarak kurumsal bir denetim altında olmayışı bu konuda önemli bir etkendir. Bu, yığın toplumu kuramcıları ve ortak davranışı inceleyen ideal kitle iletişimi tipi olarak önerdikleri olasılıktır. Sosyologların genellikle toplum ve grupça uygulanan kontrolün egemen olduğunu vurgulamalarına karşın, doğrudan denetlenmemiş tepkilerin olması da elbette mümkündür. İntihar ve suç olaylarının taklit edildiğini gösteren çok sayıda örnek olay vardır. Bu ayrıca iletişim araçlarının yasa tanımayış ve karışıklıklarda mutlaka bir katkısının bulunduğu yolundaki görüşleri de beslemektedir. Genellikle deney yöntemi kullanan klinik psikologlarının ve sosyal psikologların çalışmalarında iletişim araçlarına doğrudan tepki gösterilmesi konusu çok sayıda araştırmada ele alınmıştır. Sonuçlar şaşırtıcı ve çelişkilidir (Alemdar- Kaya, 1983, s.69).

Yapılan bir çalışmada, Kanada’da filmlerin kadınlara karşı şiddet kullanma eğilimini nasıl etkilediği araştırıldı. Denek olarak kolej öğrencileri kullanıldı. Öğrenciler, sanki bir sinema okulunda ders yapacaklarmışcasına şiddet öğeleriyle ve ırza geçme sahneleriyle dolu filmlere yollandılar. Sonra aynı kolejin psikoloji sınıfında çocuklara bir test yapıldı. Teste sokulan öğrencilerin büyük bir çoğunluğu filmleri izlemiş olanlardı. Kendilerine kadınlara karşı şiddet kullanmak, kadınların ırzına geçmek ya da bir kadının ırzına geçilmesinden ne kadar zevk duyacağını düşündükleri soruldu. Söz konusu filmleri ve gösterileri izleyen öğrencilerin çoğunda, bir kadının ırzına geçmek istek ve düşüncesinin arttığı, buna karşılık bunları izlememiş olanların durumunda bir değişiklik olmadığı belirlendi (Kitle İletişim Araçları ve şiddet, 1986, s.18-19).

Geçen yüzyılda gelişen, yüzyılımızda patlayan ki olgusu önceleri bu araçların üstün güç ve etkilere sahip olduklarının düşünülmesine yol açmıştır; hatta Balle’ın deyişiyle, bunların “mutlak güce” sahip oldukları düşünülmüştür (Alemdar-Kaya, 1983, s.6). Kısaca kitle iletişim araçları bireylere istenileni kabul ettirip yaptıran, toplumsal yaşamı belirleyen, yönlendiren etkiye sahip araçlar olarak görülmekteydi. Bu görüşler bilimsel araştırmalardan değil, kitle iletişim olgusunun çok hızlı geliştiğinin görülmesinden ve bunun yarattığı heyecandan kaynaklanmaktaydı. Bireysel tutum ve davranışları temel alan “etkililik” araştırmalarının neden olduğu bu sorunun, kitle iletişim araçlarının yol açtıkları toplumsal sonuçlar anlamında “etki” araştırmalarıyla aşılacağını düşünenler toplumbilimsel yönelimi benimsediler (Zıllıoğlu, 1991, s.35-57). Daha sonraki yıllarda kitle iletişim araçlarının etkilerinin, daha temel başka öğelere bağlı oldukları ileri sürülmüştür. Bu araçların tutumları, davranışları değiştirmede doğrudan katkısı olmadığı gibi, saldırganlığın ve beğenilmeyen diğer sosyal olguların doğrudan nedeni olmadığı gözlemlenmiştir. Bu nedenle de, kitle iletişim araçlarının etkilerinin görece azımsandığı bir dönemdedir (McQuail, 1983, s.49).

Son yirmi yıldır ise, kitle iletişiminin, özellikle televizyonun etkileri üzerinde yeni düşünceler ve yaklaşımlar geliştirilmektedir. Bu dönemde kitle iletişim araçlarının etkileri araştırılırken, bunların kullanımındaki amaçlar, bireysel özellikler gibi diğer faktörler de gözönünde bulundurulmaktadır (McQuail, 1983, s.50).

Bir başka ekol ise hayali kanıtların etkisinin daha çok gerilimleri boşaltıcı işlev gördüğü görüşündedir (Feshbach,1971). Pek çok araştırmada bir sonuca varılamamıştır. Onanmayan davranışlara yol açan doğrudan etkilerin çok seyrek olduğu ya da esasen dengesi yerinde olmayan ve bu yönde eğilimi olan küçük bir azınlıkta görüldüğü yolunda ihtiyatlı bir yaklaşım genel kanı olarak benimsenmiştir. Hem uyarı hem de tepkiyi taklitten öte pek gidemeyen ve bulguları gerçek yaşama kolaylıkla uyarlanamayan deneylerin bilinen bu kusurları yorum yapma ve kestirmede bulunma sorununu derinleştirmektedir. Bu konularda kanıtlar çok

yetersiz olduğundan suçlu ya da saldırgan birisinin davranışlarda doğrudan tepkileri kolaylaştıran koşullar belirtilemez. En çok iletişim araçlarının kişiler yalnız başlarına iken kullanılmasının çatışma ve uyumsuzluğun diğer koşulları ile birleşerek korku ve endişe yaratabildikleri ya da bunda uyarıcı olduklarını söyleyebiliriz (Alemdar-Kaya, 1983, s.70).

Her şeyden önce belirli yayın türlerinin diğerlerinden ayrılması son derece zordur, çünkü insanlar çok fazla televizyon seyretmektedirler. Örneğin insanları “Küçük yaşlardan beri çok fazla şiddet içeren yayın seyredenler” ve “böyle yayınları seyretmeyenler” şeklinde gruplara ayırmak kolay değildir. İzleyiciler arasında seyrettikleri program farklılıklarına dayanan ayırımlar yapmak mümkün olsa bile yine de her şey halledilmiş olmayacaktır. şiddet içeren yayınları seyredenler bunu çok özel sebeplerden dolayı yapıyor olabilirler ve bu özel sebepler onlar için seyrettikleri programlardan çok daha önemli olabilir.
Örneğin şiddet kullanmaya yatkın bir insan, bunu çocukluğunda yaşadığı bazı olaylardan dolayı yapıyor olabilir, fakat aynı zamanda televizyonda şiddet içeren yayınları da büyük bir zevkle izliyordur. Bu durumda bu kişinin geçmişini iyice araştırmadan televizyon yayınları sayesinde şiddete yöneldiğini öne sürmek, kolayca düşülebilecek bir hata olacaktır. Ayrıca, zaten şiddetten hoşlananların seyretmek için şiddet içeren programlar seçecekleri de açıktır. Eğer yaşamları boyunca televizyonda çok fazla şiddet içeren program seyretmiş kişileri sağlıklı olarak bir gruba ayırmak ve bunların diğer insanlara nazaran şiddete daha yatkın olduklarını ispatlamak mümkün olsaydı bile, bunların birine diğerinin sebep olduğunu iddia etmek mümkün olmayacaktır (Turam, 1994, s.80).

Bunun bir örneği ABD’de yaşandı: Televizyonda gösterilen bir insanı yakma sahnesi küçük büyük tüm izleyicileri dehşete düşürmüştü. Bu filmin gösterilişinden kısa bir süre sonra , gazeteler, birkaç gencin yolda soydukları bir kadını yakmaya kalkıştıklarını yazdı. Bunun üzerine televizyonun yoldan çıkarıcı etkisi üzerine çok konuşuldu. Televizyondan etkilendiklerini söyleyen bu gençlerin düzensiz ve dağılmış ailelerden gelen başı boş gençler olduğu öğrenilince iş değişti. Televizyonda görülen çalma ve öldürme yöntemlerini denemek herkesin yapabileceği bir iş değildir. Bunu ancak sürekli dövülmüş, itilmiş, evden kaçmış gençler yapabilir. Öfkelerini boşaltmaya ne yoldan olursa olsun fırsat kollayan bu tür gençlerin etkilenmesi hiç kuşkusuz daha kolaydır. Bu nedenle tüm sorumluluğu televizyona yöneltmek yanıltıcıdır. Aile içindeki dengesizliklerden kaynaklanan düşmanca duyguların ve saldırganlığın nedenini televizyonda aramak, gerçeklere göz yummak olur. Örneğin, evde babasının annesini dövdüğüne tanık olan bir çocukta, bu sahnenin yaratacağı korku ve tedirginliği televizyonda izlenen yüzlerce öldürme sahnesi yaratamaz (Kitle İletişim Araçları ve şiddet, 1986, s.68).

Yapılan araştırmalar da göstermiştir ki, çoğu kişinin yaşamlarında gerçek şiddet olaylarına pek tanık olmadıkları anlaşılmaktadır. ABD’deki ana televizyon programlarına baktığımızda öç ve nefretin çok sık işlendiğini görürüz. Eline silahı alıp, adaletin olmadığı yerlerde, kötü adamın peşine düşüp, onu öldürmek son derece sık işlenen bir konudur. Genellikle geceleri yayınlanan programlarda polis ya da özel dedektiflerin işkence yapması, Amerikan televizyonları için sıradan bir konudur. Amerikan televizyonunda olduğu gibi Türk televizyonunda gösterilen şiddet sahneleri son derece çarpıtılmış ve adileştirilmiştir. Gerçek yaşamdaki şiddeti yansıtmak açısından son derece gerçek dışıdırlar. İyi insanlar tarafından yapıldığında, şiddetin olumlu ve iyi bir şey olduğunu işlemektedirler. Yanlışları, düzeltici olanaklardan yoksun olunduğu ya da bunların hiç denenmediği ortamlar göz önüne alınmaktadır. Gerçek hayatta, Chicago’daki bir polis görevlisi yirmi yedi yıl boyunca silahını bir kez bile kullanmaz. Oysa, Amerikan televizyonunda, bir polis memuru gerçektekinden 800 kat daha serttir. Her hafta, kötüleri vurmak, tehlikeli durumları çözümlemek için tabancasını kullandığını görürüz. Televizyonda iyi insanlar hemen hemen asla incinmezler, asla vurulmazlar. Kurşunu yiyenler hep kötülerdir (Kitle İletişim Araçları ve şiddet, 1986 , s.17). Görüldüğü gibi sebeplerle sonuçları sağlıklı olarak ayırabilme problemi, çok daha büyük bir soru olan ideoloji sorusunu gündeme getirmektedir. Televizyon yayınları insanların çevrelerindeki dünya hakkındaki fikirlerini etkileyen bir anlamlar sistemidir. Bununla birlikte, hayatımızı etkileyen bir çok anlam sisteminden sadece bir tanesidir. Çocukluktan beri düşünce sistemimizin gelişmesini etkileyen aile, okul, arkadaş grupları, basın gibi daha bir çok anlam sistemi vardır ve bunların her biri çevreyi ve hayatı irdelememizde kendilerine düşen etkiyi yapmaktadırlar. Toplumsal hayatın gereği olan tüm bu anlam sistemlerinin birbirine bağımlı ve karmaşık etkileşimleri, bu ideolojik etkenlerden herhangi birilerinin etkilerinin incelenmesi durumunda diğerlerinin de dikkate alınmasını gerektirmektedir. Bunun yanında, televizyon yayınlarının uzun vadeli etkileri de çok defa göz ardı edilmektedir. Yayınların bazen çok ani kararlara yol açtığı görülebilmekle birlikte, esas ve kalıcı etkilerinin uzun vadede ortaya çıktığını öne sürmek daha doğru olacaktır (Turam, 1994, s.80). İletişim araçlarının kimi etkileri üzerinde dururken, belki de “bulaşma” ya da etkinliklerin kendi kendine yayılmasının çeşitli biçimlerine, daha fazla önem verilmelidir. Kargaşa ve şiddet olaylarının yayılması kendilerinden en sık söz edilen durumlardır. Örneğin, Amerikan kentlerinde yaygın şiddet olaylarının ve ayaklanmalarının görüldüğü 1960’ların sonlarında bir olayın televizyonda yer almasının başka yerlerde de benzeri olaylara yol açabileceği ileri sürülmüştü. Bu olasılık üzerine yapılan araştırmalar, soruna bir açıklık getirmemiştir. Önkoşullar uygunsa, iletişim araçlarıyla olayların duyurulmasının toplumda bazı karışıklıklara neden olabileceği, kimilerinin aklına yatmaktadır. Kargaşanın bu yolla aktarılmakta olduğu varsayımından hareket eden siyasal otoriteler, güçleri yetiyorsa, başkalarını da cesaretlendirebileceğini sandıkları haberleri gizlemeye ya da duyurulmasının ertelenmesine çalışırlar. Belirtilenleri bir örnekle açıklamak gerekirse: 6 kasım 1983 gecesi Fransız Televizyonunun Antenne 2 kanalında “Dönüşü Olmayan” isimli ve Ermeni asıllı Serge Avedikian ve Jacques Kebadian isimli iki Fransız tarafından hazırlanmış bir film yayınlandı. İki bölümden oluşan bu filmde birkaç yaşlı Ermeni, 75 yıl önce yani 1915’te başlarına gelenleri anlatarak oldukça kuşku uyandıran ayrıntılara girdiler. O zaman beş yaşlarında oldukları anlaşılan bu iki Ermeni, Türk askerinin acımasız davranışlarına ilişkin anılarını naklettiler. Anıların oldukça çarpıtılmış olması kaygısı, filmin finali yanında bir hiç kaldı. Yaşlı bir Ermeni kadının Türk toplumuna karşı Fransız televizyonundan Türkçe olarak bağıra bağıra ölüm tehditleri yağdırması iyi niyet boyutlarını oldukça aşıyor. Oysa televizyon, dikkatlice düzenlenmek koşuluyla şiddetin savunulmasına daha ince, ama dolaylı bir şekilde hizmet etmeye uygun bir yapıya sahiptir (Kitle İletişim Araçları ve şiddet, 1986, s.37). Kurumsallaştırılmış yasakların bulunmadığı alanlarda kitle iletişim araçları yoluyla geniş ölçüde kendiliğinden bir öykünme ve aktarma olgusunun gerçek olduğu konusunda çok az kuşku vardır. Müzik, giyim ve diğer zevklerle ilgili alanlarda bu olgu, her zaman görülmektedir. İletişim araçlarının tüketim isteğini uyardığı, kazanç artırma, satın almaya yönelttiği , insanların yaşam biçimlerini etkilediği, gelişmekte olan ülkelerde değişmenin sağlanmasında belli başlı güç olabileceği gibi bir beklenti de ortaya çıkmıştır. Araştırma bulgularıyla, geniş kapsamlı değerlendirmeler, öykünme ve yayılma sürecinde toplumsal yapı ve kurumlarla ilgili gerçeklerin, gerçeklerinin güçlü bir etken olarak yer aldıklarının anlaşılmasını da sağlamıştır. Böyle olsa bile bu süreci, hemen yanlış bir kavram olarak kenara atmamalı ya da karşımıza çıktığında önemsiz saymaktan kaçınmalıyız. En azından, amaçları özgürlük olan kadın hareketlerinin, kitle iletişim araçlarında kendileriyle ilgili yayınlara çok şey borçlu olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. McQuail, başka toplumsal kurumlara yönelik sonuçlar konusunda, gelişen iletişim araçlarının iki şeyi tartışmasız başardıklarını belirtir. Başka etkinliklere ayrılan zamanı ve gösterilen ilgiyi kendilerinde toplamışlar ve “kitle iletişim araçları öncesi” koşullarda elde edilebilecek olandan fazla bilginin , çok sayıda kişiye ulaşmasında kanal olmuşlardır. Bu olgular, özellikle çok ve kapsamlı bilgi iletişimine zaman ayıran ve dikkate gereksinimi olan başka kurumlar açısından da birtakım sonuçlar doğurmuştur. İletişim araçları başka kurumlarla rekabet ederler. Varolan kurumsal amaçlara ulaşmanın yollarını gösterirler. Böylece öteki toplumsal kurumlar kitle iletişim araçlarına uyum sağlamak , tepkide bulunmak ya da onlardan yararlanmak konusunda baskı altında kalmışlardır. Bunu yaparken kendileri de değişmek durumundadırlar. Değişme, hem yavaş gerçekleşen bir süreç, hem de başka toplumsal değişmelerin etkileri de söz konusu olduğundan, kitle iletişim araçlarının özel katkısının ne olduğu açıkça belirlenememektedir. Sonuç olarak diyebiliriz ki, televizyon yayınlarının etkilerini incelerken karşılaşılan en önemli zorluklardan biri, yayınların etkilerinin bir bütün olarak incelenememesidir, çünkü aynı program değişik insanlar üzerinde değişik etkiler göstermektedir. Televizyon programları kelime ve resimlerin karmaşık bir bileşimidir. İzleyicilerin bu kelime ve resimlerden çıkaracakları anlamlar, tamamıyla kendi kültür seviyelerine ve dünya görüşlerine bağlıdır, kişiden kişiye değişmektedir. Aynı yayını izleyen farklı dünya görüşlerine sahip izleyiciler,çok farklı anlamlar çıkarmaktadırlar. Televizyon yayınlarının yaratacağı etkilerde izleyicilerin de önemli bir rolü olduğunun anlaşılması, araştırmaların izleyicilerin de olayın aktif bir parçası olarak seyrettiklerini kendilerine göre yorumladıklarını kabul etmelerine ve böylece yeni bir yaklaşımın ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu yeni yaklaşım â€œİşlevsel (Functional)” veya “Kullanım ve Yararlanma ( Uses and Gratifications Approach) yaklaşımı olarak adlandırılmaktadır. Bu yeni ekol “Televizyon insanlara ne yapmaktadır?” sorusundan ziyade “İnsanlar televizyon ile ne yapmaktadırlar?” sorusundan yola çıkmaktadır.

Böylece televizyonun etkilerinin araştırılmasında dikkatler ekran yerine gereksinimlerini karşılamak için televizyonu kullandığına karar verilen izleyiciye yöneltilmeye başlandı. McQuail, Blumer ve Brown’a göre bu model, “Açık bir sistemde sosyal tecrübelerin doğurduğu gereksinimlerinin bazılarının tatmin edilmesi için kitle iletişim araçlarına yönelinmesine dayanmaktaydı. İşlevsel yaklaşım hem İngiltere’de hem de Amerika’da çok ilgi gördü. Herşeyden önce izleyiciyi “televizyonun ilettiği mesajların pasif alıcısı” konumundan kurtarmaktaydı ve böylece televizyon izleme olayının çok daha gelişmiş ve karmaşık yöntemlerle incelenebilmesine olanak vermekteydi. Televizyon seyretmek böylece karmaşık ideolojilerin bir kaynaşması haline gelmişti (Turam, 1994, s.82).Kullanımlar ve tatminler yaklaşımı bize çok önemli bir noktayı hatırlatır: insanlar medyayı bir çok farklı amaçlarla kullanırlar. Daha geniş bir kapsamda söylemek gerekirse kitle iletişimi kullanıcısının denetimindedir. Kullanımlar ve tatminler yaklaşımı önceki araştırmaları egemenliği altına alan pasif izleyici ve ikna üzerindeki vurgulamaya karşı sağlıklı bir panzehir olabilir. Bilgi çağına girerken ve medya kullanıcıları hergün daha fazla seçeneklerle karşılaşırken kullanımlar ve tatminler yaklaşımı kendine yol bulmak için bir şansa sahip olabilir. 108 kanallı kablolu televizyon ile ya da zaman değiştirmeye, arşivlemeye ve tekrarlanan televizyon içeriği izlemeye olanak sağlayan video ile yüzyüze olan medya kullanıcısının birkaç yıl önceki geleneksel medya tüketicisinden çok daha aktif bir hedef kitle üyesi olduğu açıktır. Kullanımlar ve tatminler yaklaşımı gerçekten de yeni medyanın kullanıcılarıyla ilgili söyleyecek şeylere sahiptir. Herşeyden önce kullanımlar ve tatminler yaklaşımı aktif izleyici ile en fazla doğrudan ilgilenmeye yönelen tek kuramsal alandır.

Bu konuyu yazdır

  BİLİNCİN SOSYOLOJİK ANALİZİ
Yazar: bjkli.akif - 10-20-2006, 08:58 PM - Forum: Sosyoloji - Yorum Yok

BİLİNCİN SOSYOLOJİK ANALİZİ

THE SOCİOLOGİCAL ANALYSES OF CONSCİOUSNESS

Ömer AYTAÇ (*)

Özet

Bilinç kavramı, genelde psişik kavramı ile eş anlamlı olarak kullanılmakta ve psikolojik bir olgu olarak görülmektedir. Oysa, bilincin toplumsal bir boyuta sahip olduğu, toplumsal süreçte oluşan ve toplumsallığa içkin bir farkındalık adası olduğu çoğu zaman göz ardı edilir. Bu yazıda, bilinç olgusunun sosyolojik bir görüngüye sahip olduğuna dikkat çekilmektedir.
Anahtar kelimeler: bilinç, bireysel bilinç, toplumsal bilinç, modern bilinç

Abstract

The concept of consciousness generally use to as synonymous with the concept of psychic. At the same time this concept has been studied as a psychological phenomenon. Whereas the consciousness has always a social dimension and it occurs in social process and it is a focus of awareness related the social reality. And this reality is generally not considered in social dimension. in this study we tried to approach to sociological dimension of consciousness phenomenon.
Key words: consciousness, individual consciousness, social consciousness, modern consciousness

Giriş

Bilinç, genel olarak, “insanın nesnel dünyayı ve kendi kişisel varlığını anlamasına etkin biçimde katılan zihinsel süreçlerin toplamı (Frolog vd., l997:59) olarak tanımlanır. Bir başka deyişle bilinç, kişinin etrafında olan bitenleri fark etmesini sağlayan, gerçekliğin farkına varma yetisi olarak görülebilir. Bilinç hem bireysel, hem de toplumsal dünyanın gerçeğine vakıf olma, onu hissetme, katılma ve onu değiştirmenin aracıdır.
Bu yönüyle bilinç, yalnızca insana özgü bir realitedir. Bireyin hem kendisinin hem de dış dünyanın bütünlüklü bilgisine ulaşmasını sağladığından bilincin bireysel (psikolojik) ve toplumsal (sosyolojik) olmak üzere iki temel boyutu bulunmaktadır.
Mc Dougall’a göre, “her toplumun bir kolektif zihni/bilinci vardır”. Toplum, zihinsel birlik etrafında örgütlenmiş bir yapıdır. Bireyin bilinci, zihinsel ya da amaçlı güçlerin bir arada bulunduğu bir sistemi andırır. Bu sistemi biçimlendiren toplumun ortak zihnidir. Bir başka deyişle, "toplum kişinin zihni, kişinin zihni ise toplumun zihnidir. Bu grup zihni, o gruptaki kişinin zihni dışında veya onun üstünde bir zihniyet değildir. Bu zihinsel birlik sistemi, grubu oluşturan üyelerin sosyalleşmiş zihinleri arasındaki birlikteliktir"(Arkonaç, l993: 4).
Bilinç kavramının anlam çerçevesinin genişliğinden dolayı farklı disiplinler ve kuramsal yaklaşımlar bu kavrama farklı perspektifler getirmişlerdir. Psikolojide, psikiyatride, tıpta, antropoloji, sosyoloji ve felsefede farklı yaklaşımlara rastlamaktayız.
Bu yazıda, genelde psişik bir fenomen olarak görülen bilinç kavramının, toplumsal içerimine, toplumsallık eklemli oluşumuna ve toplumsal dünyada bilincin ne tür bir sosyolojik görüngü oluşturduğuna ana hatlarıyla değinilmektedir.

Psikolojik Açıdan Bilinç

Bilinç kavramı, çoğu kez, "psişik" kavramı ile eş anlamlı olarak kullanılır. Psikolojik bağlamda bilinç, öz itibariyle, "algı ve bilgilerin anlıkta duru ve aydınlık olarak izlenme süreci" olarak tanımlanır (Enç, l974: l9).
Bilinci psikolojik bir realite olarak gören Wundt, insanlarda iki aşamalı bilinç olduğundan söz eder. Bunlar, "bilinç odağı" (bilincin en parlak noktası) ile "bilinç alanı" ndan (açık olmayan bazı duyum ve duygular) oluşurlar (Bruno, l982: 56).
James, bireysel yaşamın özü niteliğindeki insan bilincinin bir süreç niteliğinde olmadığını savunur ve onu düşünce ve subjektif yaşamın sürüklendiği bir kaynak olarak niteler. Ona göre, bilincin temel özelliği, kişiyi kendi varlığının farkındalığına sahip kılmasıdır (Zijderveld,l985: 39).
Psikolog G.T. Ladd ise bilinci öz itibariyle, “uyanık olduğumuz zaman ne isek o, yani farkında olma hali” (Shaffer, l991: 26) olarak tanımlamaktadır. Bu çerçevede, bilinç, bir tür uyanıklık durumu, olan bitenlere tanık olma, onları algılama, duyumsama, müdahalede bulunma şuurudur.
Psikolojide ve psikiyatride bilinç olgusuna ilişkin tekil bir bakış mevcut değildir. Aksine, farklı yaklaşımlar bu konuda değişik perspektiflere sahiptirler. Bilinç kavramına psikolojik yaklaşımlar içerisinde merkezi yer veren ise yalnızca psikoanalitik ekoldür denebilir.
S.Freud'un psikoanalitik kuramında, zihinsel süreçler derinlikli bir yapılanma gösterirler. Bilincin belirli zihinsel katmanları vardır. Zihinsel süreçlerin en derininde bilinçdışı yer alır. "bilinçdışında yerleşmiş olan istek, dürtü, anı ve yaşantılar sözle ifade edilemezler, kısmen sanat ürünlerinde kendilerini açığa vurabilirler. Zihnin biliçdışı katmanında tam bir kaos hakimdir, hiçbir mantık ve kural geçerli değildir. (...) Bilinçdışının bilince en yakın olan bölümünde yerleşmiş anı ve yaşantılar ise bilinçli çabayla veya bazı zamanlar kendiliklerinden farkedilebilir hale gelirler. Bu zihin katmanına bilinçaltı adı verilir ve bilinçdışından kısmen farkedilebilir olmasıyla ayrılır. Bilinçaltı kavramı, gündelik dilde yanlış olarak çok sıklıkla bilinçdışı yerine kullanılmaktadır. Bilinç ise bütünüyle farkına varılan süreçlerin yer aldığı zihnin en üst fakat en küçük katmanıdır, aysbergin görünen kısmıdır. Psikoanalize göre psikolojik bilinçlilik için uyanıklık ve farkında olma yeterli değildir. Zihinsel süreçlerin gerçeğe uygun, neden-sonuç ve yer, zaman bağlantılarını da gözeten mantıklı işlemler olmaları gereklidir" (Göka, l990:206-207).

Sosyolojik Açıdan Bilinç

Sosyolojide bilinç olgusu, bireyin topluluk içinde yaşıyor olmasından kaynaklanan sosyal boyutunu ifade eder. Sosyolojik kuramda bilinç, özellikle toplumsal bilinç, toplumsal yaşamı, varoluş süreçlerini anlamak için oldukça işlevsel bir kullanıma sahiptir.
Bilincin sosyolojik boyutu, onun somuta indirgenebilen ve daha çok toplumsal düzlemdeki algısıyla ilişkilidir. Düşünsel, eylemsel ve insani tüm edimlerimiz bir bakıma sahip olduğumuz bilinç evrenini referans alır. İç ve dış dünyaya ilişkin algılama ve yorumlama çerçevemiz büyük ölçüde bireysel ve toplumsal temelli bilinç formlarının etkisi altındadır.
Erichorn vd.(l985:278), bilincin, tümüyle insana özgü bir gerçeklik olduğunu ve bireyin tüm kavrayıcı etkinlik biçimlerini kapsadığını ileri sürmektedirler. Onlara göre bilinç, "nesnel gerçekliğin toplumsal belirlenimli düşünsel yansımasını bize gösterir".
K.Manheim, İdeoloji ve ütopya'da bilince toplumsal bir içerik yükleyerek, insan bilincini kendi toplumsal varlığının belirlediğini ileri sürer. Aksine insanların varlığını bilinçlerinin belirlemediğini savunur (Erichorn vd. l985:99).
Ozankaya da, Toplumbilim Terimleri Sözlüğü'nde, bilinci, sosyolojik bir gerçeklik olarak ele alır. Ona göre bilinç, "insanın çalışma süreci içinde, eş deyişle toplumsal ilişkiler süreci içinde nesnel çevresini ve kişisel varoluşunu anlamasını sağlayan düşünsel süreçlerin tümüdür" (l984: 21). Burada bilinç, bireyin tüm varoluşunu sağlayan ve onun hayatını anlamlandıran duyarlılık biçimlerini ve düşünsel süreçlerini kapsar.
Yine, Hamilton da, bilincin toplumsal boyutuna vurgu yapmaktadır. Ona göre, bilinç, her şeyden önce toplumsal olanın yani toplumsal yaşamın bir ürünüdür ve toplumun ortak zihinsel süreçlerinin bileşkesidir. Düşünce ve dil nasıl toplumsal süreç içerisinde oluşuyorsa bilinç de toplum üyelerinin ortak düşünme, davranma ve bakış açılarının genel ifadesidir. Bilinci oluşturan en temel dinamik toplumsal koşullar ve toplumsal yaşam deneyimleridir. Bilinç sosyal ilişkilerin evrimiyle yakından bağlantılıdır. Bilinci oluşturan öğelerle bilinç arasında etki-tepki ilişkisi bulunmaktadır. Hem bilinç toplumu biçimlendirmekte hem de toplum ve toplumsal koşullar bilinci belirlemekte ve yönlendirmektedir (Oskay, 1983:224).
Oskay (l983:225)’a göre, sosyolojik ele alındığında 'bilinç' açısından öncelikle toplumsal yaşam ve bu yaşamın işleyiş biçimleri, nitelikleri ve değişen toplumsal koşullar önem taşımaktadır. Bilinç, bu koşulların kesiştiği noktada oluşur.
Sosyolojik açıdan bilinç, toplumsal yaşama ilişkin farkındalıklarımız ve bundan hareketle oluşan duyarlılıklarımızı ifade eder. Toplumun içinden bakmak, algılamak, düşünmek ve tepkiler vermek vs. toplum bilincini içselleştirdiğimiz anlamına gelir. Toplumsallaşma sürecinde, bireyler toplumun geçerli değer ve norm sistemlerini tanıma, kabullenme ona uygun hareket etmenin yollarını öğrenirler. Bu süreçle birlikte, bireyler ortak bir algılama ve duruş keşfetme imkanı bulurlar ve toplumsallığa içkin ortak coşku, heyecan ve korkular edinirler. Toplumsal bilinç, genel anlamda toplumsallığa ilişkin kuşatıcı bir farkındalık zemini keşfetme anlamı taşır. Bu yönüyle toplumsal bilinç, tek tek bireylerin bilincinden farklı bir gerçekliktir. Bu bilinç, bireyselliğin üstünde, ortak idealler ve heyecanlar paylaşma, toplum penceresinden bakma anlamı taşır.
Toplumsal bilinci, ayrı bir gerçeklik, birey bilinci üzerinde bir realite olarak gören değişik düşünürler vardır. Bunlar arasında, A.Comte nin pozitivizt kuramını, Roberty’nin neo-pozitivist kuramı ve Espinas, İzoulet, Draghicesco, Cooley vb. düşünürlerinin fikirlerini, Durkheim ve izleyenlerinin fikirlerini, Gumplowicz ile Oppenheimer ve formalist ekolün temsilcilerini bu düzlemde sayabiliriz (Kösemihal, l989: 148).

Bireysel ve Toplumsal Bilinç

Bireysel Bilinç

İnsan bilinci son derece karmaşık ve birbiri içine geçmiş iki tür bilince ayrılmıştır. Bunlar bireysel ve toplumsal bilinç olarak isimlendirilebilir. Bu iki bilinç türünü birbirinden ayırdedebilmemize yarayan bazı nitelikler bulunmaktadır. Bireysel ya da psikolojik dediğimiz bilincin temeli organizmaya dayanmaktadır. Doğuşla elde edilmiş olan niteliklerce tanımlanabilir. Bu bilinç olayları her zaman ve bütün bireylerde aynıdır ve değişmez. Oysa toplumsal bilinç görelidir ve toplumdan topluma değişir. Doğuştan değil sonradan kazanılmış niteliklerce tanımlanabilir. Bilim teknik, ahlak, değer hukuk, dil din vs. gibi değerler zamanla ve toplumdan topluma değişen nitelik gösterirler ve tüm bunlar bireysel ve toplumsal bilinci farklı biçimlerde oluştururlar.
Bireysel bilinç, “her kişinin özel evreni diye adlandırdığımız alanı kapsar: kişinin mizacının veya karakterinin çizgileri, kişisel deneyimleri, kalıtımı ve bilinci tek ve benzersiz bir varlık yapar” (Sayın, l985: 8).
Bireysel bilincimiz analiz edildiğinde, dış dünyaya yönelik duygular, düşünceler, fantaziler ve fikirlerin bir bileşkesini görürüz. Ancak kişisel bilinç evrenimizin hiç bir zaman “dış nesnel gerçekliği" olduğu gibi yansıttığı ileri sürülemez. Çünkü bireysel algılamalar ve yargılar her zaman dış dünyayı nesnel olduğu gibi vermekten uzaktır. Kişisel bilinç bireyin varlığını sürdürme amacına dayalı olarak nesnelerin kontrolü, uyaranlara karşı duyarlılık ve diğerlerinden ayırma şeklinde kendisini gösterir. Bilincimiz varlığımızı sürdürmemiz için inşa ettiğimiz bir olgu olduğunun farkında olduğumuz durumlarda söz konusu bilincin olası bilinçlerden yalnızca biri olduğunu farketmiş oluruz. Bilincin kişisel bir inşa olması durumunda herkes "inşa biçimini" değiştirmek suretiyle bilinç yapısını de değiştirebilir (Ornstein, l990: 30-31).
Bireysel bilinçlerin farklılığından söz eden Ornstein'e (l990:3l) göre, her insanın bireysel tarihi farlıdır. Her insanın belli bir aile geçmişi, eğitimi, mesleği, ilgi ve hobileri vardır. Bunlar bireysel bilincimizdeki şekillenmeleri derinden etkiler. Bilinç formasyonunun biçimlenmesinde söz konusu bireysel tarihin önemli yeri vardır. Bilinç söz konusu bireysel tarihin koşullarında oluşur ve gelişir.

Toplumsal Bilinç

Toplumsal bilinç "toplum yaşamındaki görüşleri, kavramları, düşünceleri, siyasa, sanat, töre vb. kurumları oluşturan bilinç biçimlerinin tümü" dür (Ozankaya, l984: 118). Toplumun ortak algısı ve duyarlılık biçimi olarak formalize edildiğinde toplumsal bilincin bireylerin gündelik yaşamında ve onların ortaya koyduğu kurumsal örgütlenmelerde yansımasını bulduğu söylenebilir. Kuşkusuz kurumsal yapılar ve toplumsal yaşam biçimlerini üreten ve fonksiyonelliğini belirleyen büyük ölçüde toplumdaki egemen ortak yargılar (bilinç)dır denebilir.
Toplumsal (ortak) bilinç; “belirli bir toplumun ortak mirasından kaynaklanan davranış, düşünme, duyma biçimlerinin bir sonucudur. Bu biçimler, söz konusu toplumun çoğunluğu tarafından kabul edilmiş ve uygulanmış olmalıdır. Ortak bilinç kişinin dışındadır, ondan önce vardır, onu aşar ve ondan sonra yaşamına devam eder. Bu bilinç topluma ayırıcı ve özel niteliğini verir: Bu bilinç Fransız’ı Belçikalı’dan Türk’ü Arap’dan ayırır” (Sayın, l985: 8).
Toplumsal bilincin baskısı, toplum üyeleri tarafından çoğu kez hissedilmez. Toplum üyeleri, “ortak bilinci özümsemişlerdir. Genellikle herkes bireysel davranışlarının kendi öz davranışları olduğunu varsayar. Bireysel davranışların toplumsal bilinç tarafından belirlendiğinin bilincine varan çok az kişi vardır. Ortak bilincin özümsenmesi toplumsallaşma aracılığıyla gerçekleşir. Zamanla ortak bilincin uyguladığı baskı yerini alışkanlıklarla, gelişmiş ahlaksal bilince bırakır” (Sayın, l985: 8-9).
Toplumsal bilinç, içinde oluştuğu sosyal yapıların imkanları ölçüsünde gelişir. Toplum üyelerinin durdukları sosyal zemin, onlara belli tutum ve hareket kodları kazandırır. Bir başka deyişle, toplumsal koşullar, bireylere ortak bir bakış açısı, düşünce ve zihniyet formu, benzer bir eylem ve yaşama biçimi kazandırır. Tüm bunlar tek tek bireylerce edinilmiş bulunan toplumsal bilinç bileşenleri olarak görülebilir.
Toplumsal bilinç kavramı analiz edildiğinde birbirinden çok farklı oluşumlar ve etkinliklerle karşılaşırız. Örneğin, dünya görüşü, kanılar, siyasal ve moral anlayışlar, dini ve dünyevi algılamalar, bireyin çevresine ve olaylara ilişkin geliştirdiği yargılar, coşku, heyecan ve korkularla yüzleşiriz. Toplumsal bilinç bir bakıma tüm bu öğelerin bir bileşimi ve bütünlüklü bir formülasyonudur denebilir.
Coulson ve Riddell (l970: 87-98)’a göre, bireyin sosyal varlığının bir ürünü olan bilinci, içinde bulunduğu toplumun, toplumsal koşullanma içinde kendisine aktardığı ve “toplumsal bilinç” olarak tanımlayabileceğimiz bölüm ile kendi özdeneyimlerinden oluşan bilinç bölümünün bütünleşmesinden oluşmaktadır.
Toplumsal bilinç toplumsal varoluşla yakından ilgilidir. Toplumsal koşulların biçimlediği ve yön verdiği ortak bir bileşimler bütünüdür. Toplumsal bilinç bir bakıma toplum üyelerinin ortak duyuş, düşünüş ve davranışta bulunma yönelimlerinin belirleyicisi ve hazırlayıcısıdır. Bireyin toplumsal varoluş biçimlerine ilişkin algısı ve kavramalarından çıkarsadığı ortak yargılar ve anlam bütünleri toplumsal bilinci oluşturur. Birey algıladığı bu bütünsel kavrayış evreninden yola çıkarak yaşamına yön verir. Kişinin nerde nasıl, ne şekilde hareket edeceğine ilişkin tasarımları büyük ölçüde toplumsal varlık formülasyonlarına ilişkin geliştirdiği bütünlüklü anlam çerçevesini referans alır.
İnsanların ilişki biçimleri ve katılımlarını yalnızca kendi kişisel seçimleri belirlemez. İnsanların kendi toplumsal yaşamlarına ilişkin oluşturdukları tasarımlar, anlayışlar, deneyimler, kuramlar ya da kanılar, son kertede, bireysel bilinçlerin görece üzerinde olan toplumsal bilinç evrenini referans alır.
Sosyologlar, genelde bilincin toplumsal boyutunu öne çıkartarak, sosyal hayat koşullarının bilinçlenmeyi belirlediği ve bu bilinç formunun sosyal hayatı, değişmeyi ve gelişmeyi tetikleyen bir uyarıcı olduğunu düşünürler. Toplumların değişimci gücünün, toplumsal bilinçler olduğu, bu yöndeki bir farkındalığın hayatı, sosyal değişmeyi ve ilerlemeyi yeniden kurmada etkili olacağı kabul edilmektedir.
Bu bağlamda, Marx'ın "insanların toplumsal varlığı bilinçlerini belirler" postulatına, Durkheim'ın "toplumsal imgeler-toplumsal tasarımlar şu yada bu tarzda belirli bir gerçeği yansıtır." önermesine, Muzaffer şerif'in "toplumsal etkenler algılara bir çerçeve sağlarlar" savına, bütün bir bilgi sosyolojisinin "toplumsal durum, algılara, inançlara ve fikirlere giren görüşleri belirler" ana fikrine paralel şekilde Merton da, “bilinç, toplumsal bağlantının sonucudur; diğer bir anlatımla, toplumsal bilinç toplumsal koşulların ürünüdür” demektedir. Toplumsal süreçte bireyler, diğerlerinden belli kurallar, yargılar, özel örnekler alırlar. Bu süreçte, bilinç; sosyal ilişki bağlamlarının bir alt ürünü, türevidir (Ergun, l982:82). Tüm bu yaklaşımlar, bilincin salt bir psişik fenomen olmadığı, toplumsallık eklemli bir gerçeklik olduğu, toplumsal dünyada oluştuğu ve geliştiğine işaret etmektedirler.

Bilinç Oluşumu ve Toplumsal Süreçler

Bilinci belirleyen biyo-psikolojik boyutun yanı sıra toplumsal koşullar da oldukça önemli bir yere sahiptir. Bilinç olgusunu toplumsal boyutu dışarıda tutarak ele almak mümkün değildir. Her ne kadar farklı disiplinler yalnızca kendi açılarından bilince sınırlar çizmişlerse de bilinç temelde toplumsal bir üründür ve toplumsal süreçte gerçeklik kazanır.
Bilinç oluşumunda, bireyin somut yaşam deneyimlerinin büyük rolü bulunmaktadır. Bu deneyimler ise analitik olarak ayrıştırıldığında duygular, düşünceler, özlemler gibi bireysel özelliklerin yanı sıra, değerler, normlar, amaçlar gibi sosyal kazanımları da ihtiva ettiği görülür. Çok değişik öğelerin oluşturduğu bilinç olgusu, bireyin davranışlarını ve eylemlerini biçimlendirici ve yönlendirici bir niteliğe sahiptir.
Bireylerin bilinci, genel olarak nesnel yaşamın koşulları içinde biçimlenir ve değişir. “Bireyin toplumsal varlığı, belirli toplumsal ilişkiler içinde varoluşu onun bilincini belirler. Bu vurgulama ile bireyin toplumsallaşması olgusu yani insanın bireyleşmesi, bilinç kazanma olgusu ile toplumsal ilişkiler sistemi arasında sıkı bir bağlantı söz konusudur. Bu bağlantı içinde birey bir yandan kendi özdeneyimleriyle edindiği bilgilere dayalı bir bilinç bölümü oluştururken (somut bilinç-concrete consciousness), diğer yandan da mevcut toplumsal yapının nitelikleri doğrultusunda koşullanması sürecinde de bu içinde biçimlenmiş olan toplumsal bilinci (social consciousness) içermekte ve böylece kendisi açısından soyut nitelikte olan olgulara ilişkin bilinci oluşturmaktadır (soyut bilinç-abstract consciousness)" (Oskay, l983: 223-224).
Bilinci oluşturan dinamikler; “kültürün tutumlar, referans idealleri, alışkanlıklar gibi ele gelmez öğeleridir" (Mucchielli, l99l: 57). Çok farklı sosyal ve kültürel etkenler, bireyin algılama, usa vurma, anlamlandırma, yargılama vb. yetilerini yeniden oluşturur. Birey genelde sosyalizasyon sürecinde toplumsal akıl ya da topluma içkin düşüncelere vakıf olur, toplumdan desenler alır, ortak tavırlar, heyecanlar, coşkular sergiler. Toplumun ortak vaziyet alışları ve ortak düşünme formuna uygun hareket eder.
Bilinç, toplumsal yaşam sürecinde oluşur, başkalaşır ve yeni görünümler kazanır. Sosyal hayat ise, sürekli değişen, yenilenen, dinamik bir karakter taşır. Toplumsal ilişkiler, düşünme ve davranma biçimleri, örgütlenme tarzları vs. giderek başkalaşmaktadır. Bu durum doğal olarak bireyin düşünme, duyma, algılama ve eylemde bulunma, evreni kurma, yaşama tarzı oluşturma, yeni bir ilişkiler sistemi ve yeni bir sosyal ilişkiler ortamı tesisine yol açar. Toplumsal yaşamda gözlemlenen değişme ve gelişmeler yani siyasal, toplumsal, ekonomik ve kültürel olaylar bireyin duyma, düşünme tarzları ile sosyal yaşam biçimlerini dönüştürdüğü gibi bir bütün olarak bilinç yapısının da değişmesine yol açar.
Bilinci bu bağlamda, toplumsal koşulların bir ürünü olarak görebiliriz. Zira, bilinci, salt bireysel ya da psikolojik öğelerle açıklamak insan gerçeğini ve bilincin eklemlendiği gerçekliği (gerçeklikler evrenini) dışarıda tutmak anlamına gelir. Dolayısıyla bilinç toplumdaki tüm etki ve ilişki alanlarının kesiştiği noktada gerçeklik kazanır.

Sosyal Yaşam ve Bilinçlenme Süreci

Bilinçlenme, bireyin kendi öznel konumunun, grubunun/ekibinin, sınıfının, katmanının ya da toplumsal kültürünün duyarlı bir öznesi olarak devinimde bulunması sürecine denir.
Bilinçlenme genel anlamda bireyin dış dünyayla kurduğu temasla birlikte başlar. Birey, kendisini kuşatan fiziki ve sosyal dünyanın bilgisine vararak, bu doğrultuda tutum, kanaat ve tavır sergileyerek bir farkındalık zemini keşfeder. Toplumların yapısal koşullarına bağlı olarak bilinçlenme farklı şekillerde tezahür eder. Toplumsal ilişkilerde meydana gelen değişmeler, bireylerin farklı durumlara ilişkin tutum ve tavırlarını önemli oranda etkiler. Bilinçlenme toplum üyelerinin ortak duyma, düşünme ve davranışta bulunmalarını sağlar. Toplumsal sorunlara karşı takınılan ortak tavır toplumsal bilincin tezahür ettiğini gösterir. Toplumsal bilinçlenme bir bakıma bireylerin toplumsal süreçteki ilişkileri ve karşılaştıkları engeller neticesinde aidiyet duygusunun keskinleşmesiyle kendisini gösterir. Gerçekte, grup-toplum hayatı yaşayan her birey, içinde bulunduğu mensubu olduğu yerin anlam öğelerini içinde barındıran bir aidiyet bilincine sahiptir. Bu aynı zamanda kişinin aidiyet derecesine bağlı olarak bir toplumsal-kolektif iradeyi dikkate aldığı ya da ona uyduğu anlamına gelir.
Doğan Ergun (l982: 28-29) bilinçlenmenin bir tutumu içerdiğini ve insanların toplumsal yaşantılarında bir takım olumsuzluklarla karşılaştıklarında kendilerini var kılan özelliklerin farkına vardıklarını ve söz konusu sorunlar karşısında bilinçlendiklerini ileri sürer. Ergun' a göre, bireyler ya bir takım sorunlarla karşı karşıya kaldıkları zaman ya da uyumsuzlukları ölçüsünde bilinçlenirler. Ergun'a göre "insan, toplumsal gerçek içinde, olanaklarının gerçekleşmesinde, ihtiyaçlarının giderilmesinde engellerle ve saptırmalarla karşılaştıkça bilinçlenmektedir. Bu psikolojik bir veridir. Yani bireysel düzeyde bilinçlenmeyi yaratan ihtiyaçtır; yeni bir ihtiyacın ya da yeni ihtiyaçların bilincine varıncaya kadar insanın yaşantısı alışkanlıkların kazandırdığı otomatizm içinde devam eder. Bir tutum ya da davranış olarak yaşandığı ya da gerçekleştiği için, tek tek insanlarda görülen bu bilinçlenmeye, bu bireysel sonuca 'gerçek bilinç' denir."
Bireyin bilinçlenme süreci yukarıda bahsedildiği gibi, onun fiziksel ve toplumsal çevresine, sınıfsal konumu ile her türlü istek, hedef, çıkar ve eğilimlerine bağlı olarak toplumsal yaşamı içinde gerçeklik kazanır. Bir başka deyişle bilinçlenme bireyin toplumsal yapı içindeki öznel, nesnel ve toplumsal konumunun türevi bir oluşumdur. Bilinçli bir varlık olarak birey, tüm bu bileşimlerin şekillendirdiği bütünsel yapı ekseninde kendisini, mesleki faaliyetlerini, toplumsal ilişkilerini algılar ve anlamlandırır. Bu doğrultuda bilinç, insan davranışını yönlendirir ve bilinçsel yapıyla eş düşen bir yaşam tasarımının ortaya çıkmasını sağlamış olur.

Bilinç ve Toplumsal Eylem

Bilinç gerek bireysel gerekse toplumsal düzlemde birbirinden farklı süreçlerde kişilerin ya da toplumsal kümelerin yönelimini belirlemede etkili bir öğedir. Bilinç, bireyin zihinsel bütünlüğünü sağladığı gibi davranışlarında yol gösterici ve eyleme yön veren bir düşünsel bütünlük oluşturur. Ancak, şu da bir gerçektir ki, bilincin birey düşüncesini ve eylem biçimini; sosyal, ekonomik, hukuki, siyasi ve kültürel ilişkileri, örgütsel yapıları, nasıl etkilediği ve bu yönde yapılanmalar üretilmesine nasıl katkı sağladığı oldukça karmaşık ve soyut ilişki süreçlerine dayanır.
Bu bağlamda, R.Linton, M.Mead, A.Kardiner, R.Benedict, E.Erickson, G.Bateson gibi Kültüralist okula mensup antropologlar bir zihinsel bütüne sahip olmanın beraberinde ortak tutum ve davranışlara yol açtığını kanıtlamaya çalışmışlardır. Kültüralist okul taraftarlarına göre, "bir toplum düzeyinde, birbirinin aynısı ya da birbirine yeterince benzeyen kültürel koşullar bütünü, toplumun bütün üyeleri arasında şeyleri aynı şekilde görme ve bazı tipik durumlarda aynı şekilde davranma özelliği" yaratmaktadır. Aynı kültürle yeterince "aşılanmış" bireylerin ortaklaşa paylaştıkları, bu türde bir kültürel kişilik, temel kişilik terimiyle adlandırılır. Temel kişilik bütün Komanciler in Komançi, Fransızların da Fransız gibi düşünmesini ve tepki göstermesini sağlayan ortak inanışların bütünüdür" (Mucchielli, l99l: l5).
Gerçekte, ortak bir bilinç bileşenine sahip olma yalnızca toplumdaki düşünme ve akıl yürütme kalıplarını paylaşmakla kendisini göstermemekte aynı zamanda, yaşama ilişkin bir takım alışkanlık ve davranışları benimsemek ve sürdürmede de etkili olmaktadır (Mucchielli, l99l: l0). Bilinç, doğası gereği insan edimlerine biçim verir. İnsani eylemlerin niteliğini ve yönünü belirler. Birey, sahip olduğu bilinç yapısının niteliği ölçüsünde dış dünyayı algılar ve insana, topluma ve evrene ilişkin tepkiler geliştirir.
Gerçekte, insan davranışları, zihinsel bir arkaplandan beslenir. Davranışlar ani, tesadüfi bir şekilde meydana gelmezler. Bu türde hareketler daha çok refleks olarak isimlendirilir. Davranışlar bilinçli tavırlardır; bireyin dış nesnel gerçekleri okuma biçimine göre farklı bir şekil alır. Davranışlar, bir takım prensiplere, inançlara, bilgilere göre oluşurlar. Bunlar genel bir ifade ile bilinç ya da zihniyet olarak adlandırılır. Bir başka deyişle davranışların temellendiği düşünsel öbek, gerçekte bir zihinsel inşa formudur. Kişi davranışlarını belli bir düşünsel sisteme göre yönlendirir. Davranışların amaca yönelikliğini belirleyen esas espri, bireyin içsel oluşumuyla olan oryantasyonuna dayanır. İçsel oluşum dış nesnel gerçekliklere de yansır. Tutum, davranış, vaziyet alış, yaşam biçimi hepsi kişinin sahip olduğu bilinç durumunun izlerini taşır.
Bundan dolayı, davranışlarımız bilincimizin gözle görülebilen tezahürleri sayılabilir. Her toplumda, grupta, çete ya da akran grubunda belirli spesifik davranış kalıpları mevcuttur. Bu her grup ya da topluluğun kendi anlamsal çerçevesi olduğu anlamına gelir. Yani kısmi ya da mikro bilinç/zihniyet envanterinin olduğunu gösterir.
İnsanın her davranışı gerçekte birbiriyle irtibatlı bilinç durumlarını refere eder. Davranış kalıpları, belli bir zihinsel inşa tarzından köken alır. Davranışlar, amaçlı hareketler kişinin odaklandığı, demir attığı zihinsel peronla uyum içindedir. Zihniyetler salt anlamda birer terminaldirler. Kişilerin davranışlarına, vaziyet alışlarına, hayat tasarımlarına, insanı , toplumu ve evreni yeniden kurma çabalarına kılavuzluk ederler.
Oskay (l983:226) da bu çerçevede, bilincin, bireysel davranışlarımızı yönlendirmede potansiyel bir güce sahip olduğunu belirtmektedir. Ona göre, “her birey toplumsal konumuna uygun nesnel ve öznel özelliklerin bütünleşmesiyle ulaştığı kendisine özgü bir bilinç düzeyine sahiptir. Bu bilinç düzeyi doğrultusunda toplumsal, kültürel, politik, ekonomik vb. çevredeki olgu ve oluşumları değerlendirir, yorumlar ve davranışlarına yansıtır. Bundan böyle her bireyin toplumsal evrene yaklaşımı öznel, subjektif bir nitelik taşır. Çünkü her bireyin 1) fiziksel ve toplumsal çevresi, 2) sınıfsal konumu, 3)fizyolojik yapısı, 4)istem, amaç ve çıkarları, 5) geçmiş deneyimleri, psikolojik geçmişi farklılıklar gösterir."
Psikolog Wundt, davranışlarımız üzerinde bu ölçüde belirleyici olan bilinç öbeğini anlayabilmek için, bireysel bilincin içinde doğduğu ve serpildiği, toplumsal, kültürel, siyasal, ve moral tüm yapıların analiz edilmesi gereğinden söz eder (Bilgin, l987: 8). Dolayısıyla, birey davranışını oluşturan bilinç örgüsünü, ancak, bu yolla açımlama imkanı bulacağız.

Marx ve Toplumsal Bilinç

Marx, Alman İdeolojisi’nde, “bilinç, hayatı değil, hayat bilinci belirler” görüşüne yer vermektedir. Ona göre, “insanın varlığını tayin eden şey onun bilinci değil, aksine bilinci tayin eden şey sosyal sistem yani toplumdur. İnsanoğlu, düşüncesinin kendi sosyal varlığına biçim verdiğine inandığı halde, gerçek bunun tamamen tersidir; sosyal realite insanın düşüncelerine biçim vermektedir. Fikirlerin, kavramların ve bilincin ortaya çıkışı insanların maddi hayatı ve nesnel alışverişleriyle ve gerçek hayatın dili ile doğrudan ilgilidir ve iç içe girmiş süreçlerdir” (Fromm, l993: 127).
Marx’a göre, hem bilinç hem de bilinçdışı toplumsal bir olgudur. "Çoğu gerçek insani deneyimlerin bilinçaltından bilince çıkmasına izin vermeyen sosyal bir süzgeç tarafından belirlenir. Bu sosyal süzgeç öncelikle dil, mantık ve sosyal tabular içerir; öznel olarak gerçek gibi yaşansa da aslında toplumsal olarak üretilmiş ve paylaşılmış olan kurgular olan ideolojilerle (ussallaştırmalar) örtülüdür. Bu bilinç ve baskı yaklaşımı; deneysel olarak Marx'ın ‘sosyal varoluş bilinci belirler’ tanımını doğrular." (Fromm, l987:31). Bilinçli olma bir bakıma verili toplumun belirlediği “sosyal adamı” temsil eder. Varoluşsal imkanlar, toplumsal bilinci, dolayısıyla “toplumsal özne” yi olanaklı kılar. Toplumsal farkındalık bir bakıma, verili sosyal şartlar ölçüsünde gerçeklik kazanır.
Marx, belli bir sosyal grubun benzer bilinç özelliklerine sahip olduğunu belirtmekte ve bunu sınıf bilinci kavramıyla açımlamaktadır. Ona göre, sınıf bilinci, tümüyle toplumsal varoluş biçimlerinin türevi bir bilinç formu olarak görülebilir. Sınıf bilinci, öz itibariyle, bir kimsenin, bir sınıfa karşıt olarak, belirli bir toplumsal sınıfa bağlı olduğunun bilinmesini sağlayan ideolojik tanımların (eğitim, kültür) ve toplumsal davranışların (meslek yaşamı, siyasal yaşam vb.) tümünü ifade etmektedir.

Durkheim: Ortak ve Ayrı Bilinçler

Durkheim toplumları mekanik ve organik dayanışmalı toplumlar şeklinde ikili bir tasnife tabi tutar. Mekanik dayanışmalı toplumda bireysel bilinçler arasında benzerlik söz konusudur. Bireyler arasında farklılaşma yok denecek kadar azdır. Bireyler bir takım ortak değer, duygu, norm ve anlam bütünleri etrafında kolektif/ortak bir bilinç oluşturmuşlardır ve onların davranışları, eylemleri ve yaşama biçimlerine bu ortak bilinç yön vermektedir.
Organik dayanışmalı toplumda ise bireysel bilinçler arasında farklılık söz konusudur. Bireyler birbirinden farklı çıkar, inanç, değer ve güdülere sahiptir. Bireysel bilinçler farklılık temeline dayalı olarak devinimde bulunur. Toplumsal birlik daha çok farklılık temeline dayalı olarak sağlanır. Farklı unsurlar birbiriyle zorunlu etkileşim ve işbirliği esasına dayalı olarak bir tamlaşma ve bütünleşme tesis ederler. Bu durum modern toplumun farklı organları arasında bir entegrasyon meydana getirir. Ve organik dayanışma söz konusu farklı organlar arasındaki etki tepki esasına dayalı zorunlu ve bağımlı bir süreç içerisinde gerçeklik kazanır.
Toplumsal bilinci meydana getiren ortak inanç ve duygular, bireylerin, kendilerinin yarattığı inanç ve duygular olmayıp, toplumdan edindikleri bütünleştirici unsurlardır. Yani, kolektif bilincin kaynağı toplumdur. Bu nedenle de, kolektif bilinç, bireysel bilinçlerin basit bir toplamı olmayıp, bireysel bilinçlerin üstündedir. Toplumsal hayatı düzenleyen kolektif bilinç, aynı zamanda, müeyyide (yaptırım) kullanma gücüne de sahiptir. Bu niteliği ile de, din, ahlak, hukuk vb. kurumlar içinde varlığını sürdürerek, birey bilinci ve dolayısıyla, tavır ve davranışları üzerinde sürekli yönlendirici etki yapar.
Durkheim'e göre toplumsal olaylar, bireysel bilinçlerin dışındadırlar ve her zaman bireysel bilinçlerden önce gelir ve kendilerini bireye zorla kabul ettirirler (Tolan, l99l: 24). Bir bakıma toplumsal bilinç bizi kendi grup ya da zümremize bağlamış olur.
Durkheim'in ifade ettiği gibi, toplumsal bilinç “bireysel bilinçleri sardığı oranda, benzerliğe dayanan mekanik dayanışma güçlenir, kişilik de o oranda silinir. Oysa toplumlarda işbölümü arttıkça, bireyler birbirlerinin eksikliklerini tamamladıklarını daha büyük bir şiddetle duyarlar, birbirlerine sımsıkı bağlanırlar. İşte bireylerin farklılaşması sonucu meydana gelen bu dayanışmaya, organik dayanışma diyoruz. İşbölümü arttıkça organik dayanışma ve bireysel kişilik güç kazanır”(Kösemihal, l971 : 65). Bu çerçevede Durkheim için, işbölümünün artışı toplumsal bilincin zayıflamasını sonuçlayacaktır.
Tönnies de toplumsal bilinçden ortak irade olarak söz etmekte ve daha çok topluluk tipi toplumlarda var olduğunu ileri sürmektedir. Tönnies’e göre, “bu toplulukların meydana gelmesinde kişisel iradelerin hiçbir etkisi yoktur. Bireyler doğal dayanışmanın, uyumlu karşılıklı etkileri bulunan bir toplumsal yapının üyelerinden başka bir şey değildir. Bireylerin istemlerinde (irade) aynılık vardır. Çünkü birey istemi (irade), kamu istemi (irade) tarafından silinmiştir. Bu türlü örgensel topluluklarda mülkiyet mal birliğine, hukuk da aile hukukuna dayanır. Görülüyor ki Tönnies'in “gemeinschaft”ı Durkheim'in daha sonraları “mekanik dayanışmaya dayanan zümreler” diye adlandırdığı topluluklara pek benzer. Gesellschaft ise belirli bir amacı gerçekleştirme için bireysel iradeleriyle karşılıklı etkide bulunan bireylerin meydan getirdikleri topluluğa denir”(Kösemihal, l989: 204) .

Geleneksel ve Modern Bilinç

Geleneksel Bilinç

Geleneksel toplumlar, görece az farklılaşmış, düşük işbölümüne sahip, farklaştırıcı unsurlara çok fazla bünyelerinde yer vermeyen ve sosyal kontrolün güçlü olduğu toplumlardır. Bu toplumlar, genelde, değişim sığası düşük ve hareketlilik sağlayıcı unsurlara kapalıdırlar. Bu yüzden de, yapısal formlarını muhafaza edici bir karaktere sahiptirler. Geleneklere bağlılık ve geleneklerin örgütlediği bir toplumsal ilişkiler matrisi egemendir. Geleneksellik, insan, toplum, hayat ve evren algılarını oluşturmada etkindir. Gelenekler, insani ve sosyal ilişkiler için meşrulaştırıcı, yönlendirici bir işleve sahiptir. Riesman’ın ifadesiyle, bu toplumlar “gelenek-yöneltimli”dir. Bu toplumun insanları da “gelenek-yöneltimli insanlar”dır. Gelenekler ise, geçmişin külleri üzerinde yükselen, hayatı ve insanları çepeçevre kuşatan direngen yapılardır. Toplum ve hayat için süreklilik tohumları taşımaktalar ve yaptırımları ile, şimdiyi ve geleceği geçmişin mirası üzerinde yeniden inşa etmek istemektedirler. Bu yönüyle geleneksel toplum, toplumsal sürekliliği sağlayıcı sabit, istikrarlı, kararlı bilinç yapıları üzerine oturur. Bu toplumda, gelenekler, benzerlik, aynilik, istikrarlı tutum ve davranış formlarının inşasına hizmet ederler.
Zijderveld (l985), geleneksel toplumu bir arada tutan temel harcın gelenek ve de din olduğunu ifade eder. Gelenekler etrafında örgütlenmiş bir sosyal kurgu vardır. Her şeye meşruiyet kazandıran, anlam katan öğe, kutsal geleneklerdir. Geleneğe içkin bu dünyada, insan davranışını gelenekler refere eder. Hiç kuşkusuz, bu toplumlarda, “ben”ler arasında benzerlik ve ortak yönler fazladır. Ortak uyaranlara bağlılık ve kolektif irade etkili bir denetim mekanizması kurarak, bir örnek tavırlar ve düşünme tarzları oluşturur. Toplumun egemen anlayışı ve hakim bakışı bireylerin hayat tasarımlarında ve evren kurgularında daha belirleyicidir.
Geleneksel toplumda ortak düşünüş ve tepkiler daha yaygındır. Tüm bireyler ortak bir uyarana tabiiyet gösterir ve ortak bir iradeye bağlılık içindedirler. Bireylerin dünyasını aydınlatan, hayata anlam katan unsurlar, gelenekler, dini anlayışlar, ritüeller, ayinler vs. dir. Bunların her biri, kişiye, ortak bir anlamlar dünyası, algılama ve usa vurma melekesi kazandırır. Bu ortak bilinç ya da kolektif akıl, bireylerin hem yaşam tarzlarını bir örneklemekte hem de ortak duygu, tepki, coşku ve korkular üretmektedir. Hayat, büyük ölçüde bu ortak tasavvurların, bilinç formlarının kılavuzluğunda süre gider. Hayatın rotasını bu ortak tasavvurlar belirler.
Geleneksel yapılar ve bilinç formları, köklü ve radikal değişimlerle gelen modern toplumla birlikte büyük bir yapı bozuma uğramıştır. Modernlik, geleneksel olandan farklı, aykırı, yenilikçi, değişimci ve hatta yıkıcı bir özü içinde taşır. Modernlik, o zamana kadarki tabiat, evren, toplum ve insan tasavvuruna aykırı bir iddiayla yola çıkarken, hiç kuşkusuz geleneksel yapıları ve bu yapılara ruh veren geleneksel bilinçle hesaplaşması kaçınılmazdı.

Modern Bilinç

Modern bilinç, köklü yapısal değişmelerin bir türevi olarak belirmiştir. A.Gehlen’e göre, geleneksel toplumdan endüstri toplumuna geçerken insan bilincinde bazı kalitatif değişiklikler meydana geldi. Bunu insanın avcılık/göçebelikten çiftçiliğe/yerleşik yaşama geçişini ifade eden Neolitik ihtilalle kıyaslamak mümkündür. Gehlen’e göre, "Neolitik devrimle geniş yerleşim alanları oluştu; insanlar arasında zenginlik, güç, otorite farklılıkları ortaya çıktı; tapınaklar inşa edildi, Tanrı fikri ortaya çıktı; dinler, mezhepler ortaya çıkmağa başladı; kısaca ifade edecek olursak yaşamın tümü yeniden organize edildi. Yeni devir açan bu değişim esnasında Gehlen'in iddiasına göre insanın bilinci bütünüyle değişti. Endüstrinin doğup gelişmesi esnasında sosyal yapılar ve insan bilinci benzeri değişikliklere maruz kaldı" (Zijderveld, l985: 134).
Gehlen'e göre “modern bilincin iki özelliği pek tipiktir; bir yandan giderek artan bir entelektüalizasyon, öte yanda ise giderek büyüyen bir pirimitivizasyon. Gehlen'in entelektüalizasyon ile kast ettiği, ileri derecede soyut modeller ve formalistik kategoriler cinsinden düşünme, denenebilir ve hesaba gelir olayların ön plana çıkartılması eğilimidir." Primitivizasyon ile kastettiği şey ise, modern insanın "basitliğe ve yoğrulup biçimlendirmeğe gereksinimi vardır. İnce kavramsal farklılıklara ve nüanslara karşı düşmanca hisler besler. Entelektüel onurunu popüler olabilmek ve duygusal tatminlere ulaşabilmek yolunda kurban etmeğe hazırdır"(Zijderveld, l985: 135).
Gehlen' in işaret ettiği geleneksel toplumdan modern topluma geçiş esnasında ortaya çıkan kalitatif değişikliğin en güzel yansımasının Zijderveld bürokratik davranış biçimlerinde ortaya çıktığına temas eder. Zijderveld (l985)’ e göre bu tutum, bu davranış biçimi, bilincimizin en temel karakteristiği haline gelmiştir. Zijderveld buna örnek verirken alış veriş olgusunun anonimliğinden bahsetmekte ve bireyin müşteri statüsünden tüketici konumuna gelişini, giderek karmaşıklaşan bürokratik örgütlere bağlamaktadır. Bürokratik örgüt içinde bürokratik ilişki sürecinin egemen olması alışveriş yapan bireyle yüz yüze, kişisel birincil ilişki ve etkileşimi imkan dışı kılmakta, rasyonel ve gayrişahsi davranışların kurumlaşmasına yol açmaktadır.
Moderniteyle birlikte farklı alanlarda köklü değişmelere tanık olunmuştur. Teknolojinin hızla ilerlemesi, iletişim araçlarının sınırsız yayılımı ve hükümranlığı, ulaşım imkanlarındaki gelişmeler, coğrafi ve sosyal hareketliliğin artması, refah düzeyindeki gelişmeler, sekülerleşme, eğitim ve sağlık imkanlarının artması vs. bireylerin insan, toplum, hayat ve evren algılarında köklü değişmelere yol açmıştır. Artık, geleneksel, sabit, durağan, istikrarlı yapılar yoktur ve bu yapılarda geçerli bilinç örgülerinden eser kalmamıştır. Yeni dünya, beraberinde yeni bilinç yapıları oluşturmuştur. Bu bilinç yapıları, büyük ölçüde modernliğin ruhuna ayarlı değer ve anlayışlara vurgu içermektedir.
Modernlik, bir toplumsal ve siyasal tasarım olarak, ilerlemeci, yenilikçi, dönüştürücü bir karakter taşır. Geleneksellik üzerinde yıkıcı bir etkide bulunur ve onu dönüştürmeyi amaçlar. Modernliğin tanımlayıcı özellikleri, örneğin rasyonalite, bilim, birey, ulus-devlet, kent, sekülerlik vs. kendi argümanlarına içkin yeni ve farklı yapılar oluşturmaktadırlar.
Modern toplum karmaşıklaştıkça, mesleki ve entelektüel ihtisaslaşmalar arttıkça, zevklerde, kanaatlerde, ilgilerde farklaşma da ortaya çıkmaktadır. Modern toplumlarda, insanlar ortak bir uyarana tabi değildir. Çok farklı gruplar, sınıflar, mesleki ve entelektüel cemaatler, gönüllü kuruluşlar, resmi ve bürokratik örgütler vs. etkin hale gelerek, kendi içlerinde atomik bilinç yapıları oluşturmuşlardır. Uzmanlaşma arttıkça, entelektüel alışverişler de artar. Buna bağlı olarak da alt gruplar ve dolayısıyla farklı bilinç yapıları ortaya çıkar.
Bu yüzden, modern toplumlarda birey doğası oldukça bölümlenmiştir. Bireysel bilinçler çok farklı merkezler (odaklar) tarafından yönlendirilmektedir. Bireyi uyaran, bilincini denetleyen ve yönlendiren çok sayıda soyut yapı mevcuttur. Bunların tek ve asli görevi bireyi çekip çevirmek, bilincini, kişisel iradesini, özgür karar alma istencini denetim altına almaktır. Modern bireyin parçalanan zihni kendi içinde çok değişik ve çelişik zihin alaşımlarına sahiptir. Bütünsel zihin yerine kısmi, atomik, sınırlı alanlara ayarlanmış tasavvur biçimleri, usa vurma kodları devreye girmiştir. Bu farklı bilinç yapıları sonuçta bireyin kişiliğini ve benliğini parçalarken farklı alanlarda farklı bilinç durumları gösteren, farklı maskeler ve davranış situasyonları içinde yer alan zihinsel ve kozmik bütünselliğini kaybetmiş, atomik öznelerin belirmesine neden olmaktadır. Bu olgu belki de modern bireylerin kaderi olmaktadır. Çünkü endüstriyel hayat tarzının belki de kişiler üzerindeki en büyük etkisi onun yetenekleri kadar zihnini de kompartımanlara ayarlı hale getirmesidir.

Modern Bilincin Dönüşümü

Modern kültüre içkin biçimde oluşan modern bilinç, kendi içinde devingen bir karakter taşır. Modern kültür genelde, hız, dinamizm, hareketlilik, uçuculuk, değişkenlik etrafında yapılaşmıştır. Modern birey, bu kültüre içkin yaşamakta, modernitenin anlam çeperi içinde hayatını inşa etmektedir. Bu çerçevede, modern bireyin sosyal ve fiziki çevresi, girdiği sosyal gruplar, eğitim ve sağlık olanakları, sınıfsal/mesleki statüsündeki hareketlilik vs. bireyin algılama çerçevesinde, anlamlandırma ve yorumlama tarzında, düşünsel çabalarında ve tüm bunların şekillendirdiği gündelik yaşamında önemli ve yeni değişmeler ve bilinç yapıları ortaya çıkarmaktadır. Bireyin bilinç evreni genişlemekte; insana, topluma ve evrene daha farklı bakmaktadır. Değişen koşullar neticesinde grupsal bilinç, mekansal bilinç, sınıfsal/statüsel bilinç, mesleki bilinç vb. atomik bilinç alanları oluşmaktadır. Değişen ve yeni şekiller alan bilinç ile birlikte bireyde yeni tutum, algı, kanaat, akıl yürütme ve davranma şekilleri oluşmaktadır. Söz konusu bilinçlenme ile, bireyin pratik yaşamı içindeki davranışları yeni ve farklı boyutlar kazanmaktadır.
İşbölümü, uzmanlaşma, üretim artışı, kentleşme, göç, bürokratik organizasyonlardaki karmaşıklık, rasyonalite, sosyal hareketlilik vb. gelişmeler, sonuçta istikrarlı bireysel/toplumsal bilinç ve karakter yapılarını buharlaştırmaktadır. Bireysel kimlikler, bu süreçte, giderek kaygan ve kırılgan hale gelmekteler, değişkenlik ve uçuculuk tüm toplumsal yapılarda etkisini göstermektedir. Moderniteyle birlikte, üretim ortamları farklaştığı gibi, bilinç, algı, düşünsel ve etik ölçülerde de büyük kırılmalar meydana gelmektedir.
Modern toplum, rasyonalite, bilimcilik, bireycilik, uzman yapılar, gayrişahsilik, mesafeli ilişkiler, yabancılaşma, sahte sosyallikler, depresyon ve çatışmacı/rekabetçi ruh haleti içinde olmayı öne çıkartmaktadır. Bu durum, bireysel ve toplumsal düzeyde, yerleşik, sabit, kararlı kişilik yapılarının, toplumsal formların ölümü anlamına gelmektedir. Kozmopolitlik, ayrıksılık, standart ölçüler, mesafeli ilişkiler, maksimum verimlilik vb. göstergeler, hiç kuşkusuz paradigmal düzlemde önemli algı ve bilinç deformasyonuna yol açmaktadır. Bu durum, bilinç yarılması ya da bilinç bozulması ile kendisini ele veren, oldukça şizofrenik bir farkındalık krizine tekabül etmektedir. Deleuze ve Guattari’nin ( l990) ifade ettikleri gibi, kapitalizm şizoid görüngüleri yaygınlaştırarak modern toplumun şizofrenikleşmesine yol açmıştır. R.Sennet (2002) de, egemen üretim organizasyonları, bürokratik katedraller, çalışma sürecinde birey bilincini deforme ederek yaygın toplumsal karakter aşınımına sebebiyet vermiştir. Ritzer (l998), toplumun bir tür Mcdonald restoranlardaki kadar rasyonel olarak inşa olduğuna dikkatlerimizi çekmekte ve bunun önemli bilinç yarılmalarına, farkındalık krizlerine, mekanik ilişkilere davetiye çıkaracağına ilişkin tehlike sinyallerine işaret etmektedir.
Modernite, bir yandan rasyonel bilinci hakim kılarken, diğer yandan irrasyonel bilinçler üretmekte ve bunun yıkıcı etkilerini gündelik hayatın terörize edilmesiyle yine sıradan insanlardan çıkarmaktadır. Geleneksel dünyanın bilinci, artık bu dünyada bizi çekip çevirmekte değildir. Weber’in deyişiyle, “büyü bozulmuştur”. Hayata anlam katan değerler artık buharlaşmıştır. İnsan demir kafesinde, hayatı suni teneffüsle sürdürmek durumundadır. Modern bilinç, bir bakıma yıkıcı ve aynı ölçüde bağımlılaştırıcı, eblehleştirici bir algı dünyasına sahip kılmaktadır kitleyi.

Sonuç Yerine

Yaşadığımız dünyanın farkındalığına ne denli sahibiz bu tartışılabilir. Ancak, yaşadığımız hayata birincil elden müdahale edemiyor olmamız, olan bitenlerin büyük ölçüde bizim dışımızda cereyan etmesi, üzerimizdeki baskılayım çarkının denetiminden kurtulmanın olanaksızlığı ve de başkası olmaya, soyut kurumların manipülasyonuna terkedilmiş bilinçler taşıdığımız yeterince açıktır. Modern toplumun iktidar aygıtları, siyasal kurumlar, bürokratik organizasyonlar, kitle iletişim araçları, gözetim aygıtları, kamuoyu, moda, akran grupları, imaj/gösteri dünyaları, statü/kimlik mekanları, tüketim katedralleri vs. tüm bu iktidar alanları, kişinin bilincini, farkındalık yetisini, varoluşsal direncini tahrip etmek üzere faaliyet gösteriyorlar. Birey, bu devasa kurumlar kaosu içerisinde, bilincinin sesine kulak vermek, kendine özgü farkındalık alanı oluşturmak yetisinden büyük ölçüde mahrum gözükmektedir. Yaşanılan hayatın rasyonalitesi, tutarlılığı çoğu kez bizi hayal kırıklığına uğratsa da, yaşadığımız dünyanın psikolojisini toplumla, doğayla, kendimizle barışık hayatlar yaşamamızı güçleştirmektedir.
Modernite ile birlikte, bilinç yarılmaları, bilincin ayartılması ve bilincin manipülasyonu hız kazanmıştır. Bilinç, artık doğal, sosyal uyaranların etkisinde varlık kazanmamakta. Bugün, artık bilincin üretimi, endüstriyel ortamlarda imali söz konusudur. Modernite, kapitalist akıl, tüketim toplumu vb. olgular, birey bilincini kփ¢rı artırma aracı haline getirmiştir. Kapitalizm mamul madde satmak, üretici siyasaya hayatiyet kazandırmak için, tüketimi artırmak, alış-satış süreçlerine aktivasyon kazandırmak zorundadır. Bunun içinde, kitlelerde, tüketme isteği, haz ve kullan at duygular üretmesi gerekir. Bunu da, bilinç endüstrisi diye nitelendireceğimiz, etkin arzu imalathaneleri (moda, reklam, iletişim araçları, kamuoyu, turizm ekonomileri, eğlence endüstrisi vs.) yoluyla yapmaktadırlar. Yeni tüketici davranışlar, yeni bilinç formları kazanmaktan geçiyor. Haz, arzu, hedonist duygular, kullan at kültürü ve uçuculuk içeren yeni eğilimlere sahip kılınmakla kitleler, anamalcı sistemin varlığı garantiye alınmaktadır. Tüm bunlar, bizim bilinç ayrıcalığımızın gözden çıkarılması pahasına olmaktadır.

-------------------------------------------------

(*)Yrd. Doç. Dr., Fırat üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü / Elazığ / <!-- e --><a href="mailto:oaytac75@hotmail.com">oaytac75@hotmail.com</a><!-- e -->

Kaynaklar

ARKONAÇ, Sibel, Grup İlişkileri, İst: Alfa Basım Yay., l993
BİLGİN, Nuri, “Kitle Paradigması Etrafında Düşünceler” Seminer (EüEF) Sayı 5, l987
BRUNO, F.J. Psikoloji Tarihine Giriş, Çev.N.Hisli, İzmir: Ege üni. Edb.Fak. Yay. l982
COULSON, M.A, RİDDELL, D.S, Approaching Sociology, London:Routledge and Kegan Paul, l970
DELEUZE, Gilles, GUATTARİ, Felix, Kapitalizm ve şizofreni I, İst: Bağlam Yay., l990
ENÇ, M., Ruhbilim Terimleri Sözlüğü, Ank: TDK Yay., l974
ERDOğAN, Nihat, Sosyolojik Aç›dan Kent İşsizliği ve Anomi, İzmir: E.ü.E.F.Yay., l99l
ERGUN, Doğan, Sosyoloji ve Tarih, İst: Der yay., l982
ERİCHORN, W., vd., Çağdaş Felsefe, Çev.A. Çalışlar İst: Altın Kitaplar Yay., l985
FROLOG, İ vd., Felsefe Sözlüğü, çev. A.Çalışlar, İst: Cem Yayınevi, l997
FROMM, Erich, Çağımızda Kişilik Sorunu İnsan Davranışının Kökenleri İst: Düşünen Adam Yay., l993,
FROMM, Erich, İtaatsizlik üzerine, çev. A.Sayın, İst: Yaprak Yay., l987
GÖKA, Erol, "Bilinç" Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Cilt l, l990
KÖSEMİHAL, N.ş., Durkheim Sosyolojisi, İst: Remzi Kitabevi, l971
KÖSEMİHAL, N.ş., Sosyoloji Tarihi İst: Remzi Kitabevi, l989
MUCCHIELLİ, Alex, Zihniyetler, İst: İletişim Yayınları, l99l
ORNSTEİN, Neil, Yeni bir Psikoloji İst: İnsan Yay. l990
OSKAY, ülgen, Toplumsal Bilim-Sosyoloji ve Sosyolojik Düşünce, EüEF Seminer Dergisi, l983
OZANKAYA, Özer, Toplumbilim Terimleri Sözlüğü, Ank: Savaş Yayınları, l984
RİTZER, George, Toplumun Mcdonaltlaştırılması, İst: Ayrıntı Yay., l998
SAYIN, Önal, Sosyolojiye Giriş (Sosyolojinin Temelleri), İzm: Erdem Kitabevi, l985
SENNET, Richart, Karakter Aşınması, Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik üzerindeki Etkileri, İst: Ayrıntı Yay., 2002
SHAFFER, Jerome A., Zihin Felsefesi Açısından Bilinç, Ruh ve Ötesi, İst: İz Yayınları, l99l
TOLAN, Barlas, Çağdaş Toplumun Bunalımı, Anomi ve Yabancılaşma Ank: AİTİA yay., l980
TOLAN, Barlas, Toplum Bilimlerine Giriş, Ankara: Adım Yayıncılık, l99l
ZİJDERVELD, Anton, Soyut Toplum, İstanbul: Pınar Yay., l985

Bu konuyu yazdır

  SOSYOLOJİNİN DİğER BİLİMLERLE İLİşKİSİ
Yazar: bjkli.akif - 10-20-2006, 08:56 PM - Forum: Sosyoloji - Yorum Yok

SOSYOLOJİNİN DİğER BİLİMLERLE İLİşKİSİ

Her sosyal bilim, sosyal gerçekliğin yalnızca kendini ilgilendiren kısım ve alanlarlarını inceler. Oysa sosyal gerçeklik bir bütündür.Bu bütünlüğü açıklayabilmek için sosyal bilimler işbirliği yapmak zorundadır. Hiçbir bilim toplumun tümünü kendi başına tam olarak açıklayamaz.

A. Sosyoloji ve Tarih:

Yer ve zamanı belli Tarih, toplumların ortaya çıkma, gelişme, dağılma ve çözülme devrelerindeki somut sosyal olayları belgelere dayanarak incelemeye çalışan bir bilimdir. Sosyoloji ise, bu sosyal olayları açıklayarak, bir takım ortak ilkelere,kurallara, genellemelere ve mümkünse yasalara ulaşmak ister.Tarih, diğer sosyal bilimlerle uğraşanlara olayların geçmişi hakkındaki verileri sunmaktadır. Sosyoloji tarih bu verilerinden yararlanarak, farklı toplumlarda görülen sosyal olayların ortak özelliklerini inceler ve genellemelere ulaşır.

B. Sosyoloji-Psikoloji:

Psikoloji, insan davranışlarını konu edinen bir bilim dalıdır. Çoğu psikolojik olayların temelinde toplumsal öğeler mevcuttur.Öğrenme, kişilik, algı, davranışların şekillenmesinde sosyal öğeler mevcuttur. Bu yönüyle psikoloji, sosyolojinin verilerinden yararlanmak zorundadır. Diğer taraftanda fertlerin psikolojik durumlarını dikkate almadan, grup ve toplum ilişkilerinin doyurucu bir açıklamaya kavuşması güçtür.Sosyal psikoloji, insanın sosyal bir ortamdaki davranışlarını konu alan sosyoloji - psikoloji arası bir alt bilim dalıdır. C. Sosyoloji-Antropoloji: Antropoloji insanın yeryüzündeki toplumsal gelişimi-ni inceler. İnsan fizyolojisi ve iskelet yapısı, dil,araç yapımı ve teknolojisi, fen, eğitim, siyaset, örgütlenme türünden konular antropolojinin çalışma alanlarındandır.

Fiziki Antropoloji:

İnsanın biyolojik yapısını, insan ve ırklar tarihini inceler.

Kültürel Antropoloji:

Yaşanan toplumların ya da kültürlerin sosyol ve kültür tarihi ile uğraşır. Toplum türleri, yayılma, evrim, töreler,bunların kökeni ve değişmesi gibi kanınları temel alır.Kültürel antropolojiye etnoloji veya sosyal antropoloji adı da verilmektedir.Bu yönleriyle sosyoloji, antropoloji ilişkisi mevcuttur.

D) Sosyoloji-Hukuk :

Hukuk, toplumda insanlararası ilişkileri düzenleyen, uyulması zorunlu kurallar bütünüdür. Hukuk toplum ile sıkı ilişkilidir. Bu kuralların uzun ömürlü olması o toplumun sosyal yapısına uygun olmasına bağlıdır. Bu yönüyle hukuk, sosyolojinin verilerinden yararlanır.

E. Sosyoloji-Ekonomi:

Ekonomi, insanların ihtiyaç duydukları mal ve hizmetlerin üretimini,bölüşümünü ve tüketimini konu alan bir sosyal bilimdir.Yasanın ekonomik faaliyetleri bir anlamda toplumsal faaliyettir.Ekonomik faaliyetler bulunduğu toplumdan etkilenir. Toplumsal olayların ekonomiye etkisi ve ikisi arasındaki ilişkisi arasındaki ilişki ekonomik sosyoloji?yi meydana getirmiştir.

F. Sosyoloji-Siyaset:

Siyaset bilimi, devletin örgütlenmesi çeşitli yönetim şekillerinin karşılaştırılması, anayasa hukuku (toplumun yönetim biçimi,hükümet iktidar) v.s. hem sosyolojinin hem de siyasetin konusudur.ancak sosyoloji topluma genel ve objektif yaklaşırken, siyaset değer yargılarında bulunur.

VII. SOSYOLOJİNİN ALT BİLİM DALLARI

A) Eğitim Sosyolojisi: Eğitim ile diğer sosyal kurumlar arası ilişkileri eğitimin işleyişi, işlevleri, eğitim kurum ve örgütlerinin sosyal özelliklerini inceler.Veya, kültürün kuşaklar arasında aktarılması olarak ele alındığında,kişilerin tüm sosyalleşme evreleri eğitim sosyolojisinin konusu içine girer.

B) Hukuk Sosyolojisi: Hukukun toplum içindeki rolünü (sosyal düzenin sağlamasında) Hukuk kurallarının toplumlarının gelişmelerine paralel olarak nasıl değiştiklerini inceler.

C) Din Sosyolojisi: Dinin kökenlerini, dinin toplum içindeki yeri, önemi, dini davranış ve düşüncenin şartlarını,biçimlerini ve dinin geçirdiği aşama ve değişmeleri ele alır.

D) Ekonomik Sosyoloji: Sosyal hayatın ekonomik yönünü ve diğer sosyal kurumlarla ilişkisini inceler. Diğer yandan da,ekonomik sistem-lerle diğer sosyal sistemler arasındaki ilişkileri inceler.

E) Siyaset Sosyolojisi: Siyasi kurum ve olayları, diğer sosyal kurum ve olaylarla ilişki yönüyle ele alır.Siyasi kanunların doğuşu, işleyişi, işlevi, siyasi eylem biçimleri. baskı grupları, siyasi davranış, oy verme, ideoloji, kamuoyu,propaganda gibi konuları inceler.

F) Sanayi Sosyolojisi: Sanayi devrimi sonrasında ortaya çıkan teknolojik gelişme ve etkilerini araştırır.

G) Aile Sosyolojisi: Ailenin yapısı, toplum içindeki yeri,fonsiyonları, şekillerini inceler.

H) Köy Sosyolojisi: Köy tipleri, coğrafyanın etkisi, köydeki değişmeleri konu alır.

J) Kent Sosyolojisi: Kentleşme, kent biçimlerini, sosyal yapısı ve göç olayı üzerinde durur

Bu konuyu yazdır

  Sosyoloji nedir
Yazar: bjkli.akif - 10-20-2006, 08:54 PM - Forum: Sosyoloji - Yorumlar (1)

Sosyoloji; “Toplum Bilimi” veya “sosyal olayların bilimi” ya da “sosyal örgütlenme ve sosyal değişimler bilimi” olarak da bilinmektedir.

Sosyoloji, sosyal hayatımızda var olan sosyal gerçekleri (sosyal hadiseler ve olgular), insanların meydana getirdiği grupları, grupların davranışlarını ve sosyal kurumları olduğu gibi inceleyen pozitif bir sosyal bilim dalıdır. Bir başka ifadeyle, sosyoloji, bir takım varsayımlardan çok; var olan gerçekleri ortaya koymaya çalışan, sosyal gerçeğe eğilen bir ilimdir.

Geniş anlamıyla sosyoloji, insanların birbirleriyle kurdukları sosyal münasebetleri, sosyal gruplar, kurumlar ve örgütler arasındaki münasebetleri, toplu eylem, toplu direniş gibi topluluk ve fert davranışlarını, değişik düzeylerde bütün sosyal etkileşim biçimlerini, sosyal yapı özelliklerini ve bu yapıda ortaya çıkabilecek değişme temayüllerini belirli bir yöntem dahilinde inceleyen, sosyal gerçekleri ve süreçleri sistematik ve bilimsel olarak mercek altına alan bir bilim dalıdır.

Sosyoloji, fertten ziyփ¢de toplumun aynasıdır. İnsanın, sosyal diye vasıflandırabileceğimiz bütün davranışları, sosyolojinin ilgi alanına girmektedir. Her ne kadar insan ruhuna pek yakın olan ilgi alanlarını, değerleri ve duyguları ihtiva eden sorunları ele alıyorsa da, sosyoloji, bir şeyin iyiliği veya kötülüğü, uygunluğu veya uygunsuzluğu gibi hususlarda yargıda bulunmaktan uzak durmaya, yani tarafsız kalmaya gayret etmektedir.

SOSYOLOJİNİN TANIMI

Toplum yasaminin olusumunu, kosullarini, isleyisini degisimini objektif bir sekilde sosyal bütünlük içerisinde inceleyen bilim dali olarak bilinen sosyoloji; en genel anlamda, toplum içinde yer alan sosyal gruplari, sosyal siniflari, ekonomik, politik, sosyal, dinsel, ve hukuksal kurumlari; nufusu, örf, adet, deger norm ve inançlari tüm bunlar arasindaki karsilikli iliskileri tüm bu unsurlardaki degismeleri inceler ve açiklamaya çalisir.

Bunlara ilaveten sosyolojinin içerdigi bilgi oldukça genis ve farklilasmis fenomenler alaninin genis bir bölümünü kapsar. Örnegin;aileler, kilise, cami ve mezhepler, yerel ve siyasal birlikler, yerel etnik ve ulusal topluluklar vb. gibi kurumlar içerisinde bireylerin davranislari gibi bireyler arasindaki iliskilerin kaliplari,kurumlar ve topluluklarin isleyisinde yapinin ve otoritenin rolü, topluluk ve kurumlarin gelir ve statü veya saygi ile ilgileri,toplumlarin tabakalasmasi, bireylerin eylemlerinde ve topluluklarin, kurumlarin ve toplumlarin isleyisinde bilissel ve normatif inançlarin rolü gibi...

JOHN LOCKE (1632-1704)

Yasaminin ergin dönemini 17. yüzyilin ikinci yarisinda yasamis, felsefi ve siyasal yapitlarini bu yüzyilin sonlarina dogru vermis olan bir Ingiliz filozofudur. 18. yüzyil içerisinde sadece dört yil yasamis olmakla birlikte fikirlerinin ileriligi ve niteligiyle Aydinlanma çagi düsünürlerinden sayilmistir.

Locke'un genel felsefesi epistemoloji (bilgi kurami) alaninda-ön kabullenmeleri doguran -bilgilerimizin deney- öncesi (a-priori) oldugunu kabul eden feodal aristokratik söylemin dogmatik tutumunun yadsinmasina dayanir. Skolastik felsefenin bilgilerin kaynagini kitabi Mukaddesteki dogmalar olarak kabul edisine karsi Locke bilgilerimizi gözlemlerimize, duyularimiza yani deneye dayandirir. Ayrica zihnimizde dogustan getirdigimiz bilgilerinde varoldugunu söyleyenleri elestirir ve insan zihninin baslangiçta bos bir beyazkagit (tabula rasa) gibi oldugunu ve deneyimle doldugunu söyler.

John Locke insan zihninde dogustan gelen bilgilerin olmadigini söylemekle birlikte mutluluga, iyiye gelen bilgilerin olmadigini söylemekle birlikte mutluluga, iyiye yönelip acidan kaçma duygularinin dogustan geldigini söyler ve ahlak felsefesini, herkesin kendi zevkleri ve mutlulugu pesinde kosmasi gerektigi ilkesine dayandirir ki bu görüsle de "laissez faire" (birakin yapsinlar) felsefesinin tohumlarını atmistir.

Bilgilerimizin deney ile elde edildigini öne süren John Locke uygar toplum öncesinde doga durumunda yasadiklarini kabul ettigi insanlarin, esitliligin, özgürlügün ve mutlu bir hayatin egemen oldugu bu doga durumunu akillara Tanri tarafindan yerlestirilmis bir doga yasasi ile sürdürdüklerini söyler. Insanlarin birbirlerine zarar vermemelerini saglayan ve yasama hakki, özgürlük vb. dogal haklarin korunmasina hizmet eden bu yasanin bir duygu degil bilgi olmasi Locke'un genel felsefesiyle siyaset felsefesi arasindaki çeliskilerden biridir: bir taraftan tüm bilgilerimizin kaynaginin deneyim oldugunu söylemekte diger taraftan siyaset felsefesinde Tanrinin insan beynine kondurdugu bir bilgi olan doga yasasindan sözetmektedir. Yine, genel felsefesine göre bilgilerimizi deneyimden elde ettigimiz Locke bahis siyaset felsefesi olunca hangi deneyimden çikardigini ve hangi tarihsel belgeyle kanitladigini anlayamadigimiz bir "toplum sözlesmesi"nden söz etmekte, doga durumundan uygar topluma geçisi saglayan -ve doga durumundaki insanlar arasinda kolayca savas durumuna yol açabilecek olan "saldirgani yargilama ve cezalandirma hakki"na herkesin sahip olusu ilkesinin dogurdugu kargasalardan kurtulma çabasiyla düzenlenen- bir sosyal sözlesmenin varligi iddiasini tasimaktadir.

Locke, krallarin adem soyundan geldiklerini ve bu yüzden de, kalitimsal bir tanrisal hak elde ettiklerini söyleyenlere, Adem'in soy çizgisinin çoktan yitmis oldugunu söyler. Yönetimin kaynaginin tanrisal hak degil halk oldugunu, insanlarin doga durumundan uygar topluma geçislerini saglayan bir toplum sözlesmesi yapmis olduklarini kabul ederek kanitlayamaya çalisir bu bu sözlesmenin tarihsel gerçekligine dair bir kanitlama çabasina girismez. "bu durumu ile Locke'un sözlesme kurami, Ingiltere'deki anayasal (parlamenter) monarsinin yasalligini savunan ve kendinin siyasal görüslerini ortaya dökmekte yararlandigi hukuksal bir fiksiyondur (yapintidir, uydurudur)

MONTESQUIEU (1689-1755)

Montesquieu'nun siyaset kuraminin aristokrasinin çikarlari üzerine ustalikla kuruldugunu, bir baska deyisle aristokrasinin kazanimlarini korunmasi gerekliligi dogal ve zorunlu sonucuna ulasmayi kaçinilmaz kildigini söyleyebiliriz.

Montesquieu, siyaset kuraminda Locke ve Rousseau gibi spekülatif bir "doga durumu" "doga yasasi" ve uygar topluma geçisi saglayan bir "toplum sözlesmesi" iddiasindan uzaktir ve siyasal düzenlerin ortaya çikisini, siyasal kurumlarin biçimlenmesini iklimsel, çevresel, geleneksel, maddi ve tinsel birçok nedene baglamaktadir. Siyasal sistemlerin olusumu, siyasi, sosyal ve ekonomik kurumlarin varlasmasi konusunda, siyasal düsüncelerinde iklim ve çevresel kosullara yaptigi vurgu, siyaset kurumunun en önemli noktalarindan olup, bu kosullarin belirleyiciligi iddiasi üzeriden, evrensel, her ülkeye uygunluk durumu içinde bulunabilecek bir sosyo-ekonomik sistemin geçerli olamayacagini, her ülkenin kendi kosullarini degerlendirerek, kendine uygun ve özgün bir sistem bulmasi gerektigini söylemektedir.

Montesquieu'nun "kuvvetler ayrimi" ilkesi, 19 ve 20. yüzyil burjuva liberal devlet kuraminin klasik bir örnegini olusturmustur. Montesquieu, kuvvetler ayrimi fikrini 1748 tarihinde yayinlanan Yasalarin Ruhu, adli yapitinda islemistir.

Bu konuyu yazdır

  Sokrates Testi
Yazar: bjkli.akif - 10-19-2006, 04:15 AM - Forum: Felsefe - Yorum Yok





Bir gün bir tanıdık büyük filozofa rastladı ve dedi ki,'' Arkadaşınla ilgili ne duyduğumu biliyor musun ? '' Bir dakika bekle diye cevap verdi Sokrat.

Bana bir şey söylemeden evvel senin kücük bir testten geçmeni istiyorum. Buna
üçlü Filtre Testi deniyor.

üçlü Filtre?
''Doğru, '' diye devam etti Sokrat.


Benimle arkadaşım hakkında konuşmaya başlamadan önce, bir süre durup
ne söyleyecegini filtre etmek, iyi bir fikir olabilir. Bu ona 3 filtre
testi dememin sebebi.


Birinci filtre ''Gerçek Filtresi'':
Bana birazdan söyleyeceğin seyin tam anlamıyla gerçek oldugundan eminmisin ?
'' Hayır,''
dedi adam '' Aslında bunu sadece duydum ve ....
'' Tamam,'' dedi Sokrat
Öyleyse , sen bunun gerçekten doğru olup olmadığını da bilmiyorsun.

Simdi ikinci filtreyi deneyelim, '' İyilik Filtresini.''
Arkadaşım hakkında bana söylemek üzere olduğun sey iyi bir şey mi ?
'' Hayır, tam tersi...'' ''
Öyleyse, '' diye devam etti Sokrat. Onun hakkında bana kötü bir şey söylemek istiyorsun ve bunun dogru oldugundan emin degilsin.Fakat yine de testi geçebilirsin, çünkü geriye bir filtre daha kaldı.

'' İşe yararlılık filtresi.
''Bana arkadaşım hakkında söyleyeceğin sey benim de işime yarar mı ?
''Hayır ,'' gercekten degil.
''İyi, '' diye tamamladı Sokrat Eger ,bana söyleyecegin sey dogru degilse, iyi değilse ve ise yarar, faydalı değilse bana niye söyleyesin ki ?

Bu konuyu yazdır

  ney taksimleri
Yazar: admin2 - 10-17-2006, 07:54 AM - Forum: Müzik, MP3z, Sinema - Yorum Yok

http://www.youtube.com/watch?v=tP0FPnNWwkg

http://www.youtube.com/watch?v=63S9ahoALxU

http://www.youtube.com/watch?v=m_f85Wp-cDY



arama sonucları:
http://www.youtube.com/results?search_qu...rch=Search

http://www.youtube.com/watch?v=csW9SZVz41U

Bu konuyu yazdır

  Belcika Polisinin zabıt komedisi
Yazar: admin2 - 10-16-2006, 11:23 PM - Forum: FIKRALAR, komik resimler-videolar, komik yazıyar - Yorumlar (1)

Polislerin, yargı gücüne ''okunaklı, anlaşılır ve net bilgi'' temin etmesi gereği üzerinde duran, ancak çeşitli olaylarda polis tutanaklarının bazen ''anlaşılması zor'' bir görüntü sunduğunu belirten dergi, üç resmi lisanı bulunan Belçika'da polislerin zaman zaman ''anadilleri dışında bir lisandan'', ''aceleyle'' ve ''stres altında'' zabıt tutmak durumunda kaldıklarını, ''bazı hatalar olabildiğini'' hatırlattı.



Belçikalı polis memurlarının tutukları zabıtlardan alınan ve ''polisten inciler'' olarak nitelenen bazı örneklere yer verilirken, amacın zor bir mesleği icra eden polis memurlarıyla alay etmek olmadığının altını çizen basın, zabıtlardan şu ifadeleri aktardı:







"Taşıt, daha iyi ilerlemek için geri geri gitmeye başladı..."

"Sanığın derhal bir tımarhaneye götürülmesi gerekiyordu. Komiserliğe getirdik..."

"Ceset katilini derhal tereddütsüz tanıdı..."

"üç zanlıdan beşi serbest bırakıldı..."

"Adam ifadesini verdikten sonra bizim anlamsız bakışlarımız önünde bayılıverdi..."

"Kadından istifade edemeyince tecavüz etti..."

"Adamın yüzünde ve boynunda gördüğümüz 9 bıçak yarası, bunun doğal bir ölüm olmadığını anlamamıza yardımcı oldu..."

"Büronun camları açık olmasaydı kapalı olurdu. Demek ki camdan kaçmış..."

"Sanık ifadesini yarım ağız imzaladı..."

"Kollarındaki bıçak darbeleriyle hastane yatağına çivilenmişti..."

"Adam, bilincinin yerinde olmadığını kabul edecek kadar bilinçliydi..."

"Polis, cesaretini toplayıp geri çekilme kararı aldı..."

"Sürücünün ölümüne neden olan kaza ölümcül bir kazaydı..."

"Adam karısı kadar sağırdı ve karısını hiç duymuyor gibiydi, anlaşamıyorlardı..."

"Sanığın oradan çıkması için elbette önce girmesi gerekiyordu..."

"Çok sarhoş olan sanık, polis olduğumuzu bilmeden bize ’pis polisler’ dedi..."

"Kadın, kimliğini gözyaşlarının arkasına saklamak istiyordu..."

"Yoğun aramalarımız sayesinde iki kayıp şahsın 5 cesedini bulduk..."

"Bize kimse gereken emirleri vermediği için, bu emirlere riayet etmek zor olmadı..."

"Tespit ettik ki tespit edilecek hiçbir şey yoktur. Açıklamaları o kadar karmaşıktı ki hiçbir şey anlamayıp sanığı serbest bırakmak için çok gerekçe olduğunu kararlaştırdık..."

"Suç, işlenmeden iki gün önce polis tarafından sabit görüldü..."

"Ceset bilinçsiz gözüküyordu..."

"Adamı vurur vurmaz sorgulamayı başlattık..."

"Tutukladığımız hırsız bizi polis çağırmakla tehdit etti..."

"Hırsızın amacı cinayet işlemekti..."

"Sanık, sorgulamanın sonuna kadar çok kibar bir şekilde sustu..."

"Sözlü ifadesini bizzat kendisi kaleme aldı..."

"Kazada iki kolunu birden kaybeden taşıt sürücüsü otoyoldaki diğer sürücülerin dikkatini çekmek için el-kol hareketleri yapıyordu..."

"İki taşıtın aynı gün birbiriyle çarpıştığı tespit edildi..."

"Suç duyurusunda bulunmak amacıyla komiserliğe gelen şahıs kendisini Hazreti İsa olarak tanıttı ve imza yerine bir haç işareti çizdi... Bariz bir şekilde sarhoştu..."

"Adam, şiddetli bir çekiç darbesiyle iki gündür yatağa çivilenmişti..."

"Çocuğun kaybolduğu, eve dönüşünden iki gün sonra tespit edildi..."

"İpte sallanan cesedin suda boğularak öldüğü belirlendi..."

"Polis, fazla yağmur yağdığı için yerlerin karlı olduğunu fark edemedi..."

"Adam bize sürekli yalan söyleyerek tüm gerçekleri anlattı..."

"Sorgulama sırasında sanık sürekli bizi kendi gözleriyle süzüp durdu..."

"Büyük çabalarla ele geçirdiğimiz sanık, suni bacaklarından biri koptuğu halde koşarak kaçtı..."

"Polis memuru kendisine sataşan kişinin kafasına silah kabzası ile zorluk çekmeden vurabildi. Silah taşıma müsaadesi vardı..."

"İkameti belli olmayan sanığı evinden çıkarken yakaladık..."

"Adam, öldürdüğü kişinin ceset parçalarını buzdolabına tasnif edebilecek kadar soğukkanlı ve bilinçliydi..."

"Kazada anında ölen adam, geçen yıl da de aynı tür ölümcül bir kaza geçirmişti..."

"Ceset, birçok kurşun deliğine rağmen, su üzerinde yüzmeyi sürdürüyordu..."

"Bacağından vurulan adam, diğer bacağı ile polise kadar geldi..."

"Tecavüzcü, kadının bütün giriş kapılarını zorladı, ama başaramadı..."

"Polis müdahalesi olmasaydı tecavüz de olmayacaktı..."

"Ceset, katilin kimliğini vermeden öldü..."

"Duvar, süratle arabanın üzerine gidiyordu..."

"Sanık, kendisini dövmemize gerek bile kalmadan itiraflara başladı..."

Bu konuyu yazdır



10tl.net Destek Forumu -

Online Shopping App
Online Shopping - E-Commerce Platform
Online Shopping - E-Commerce Platform
Feinunze Schmuck Jewelery Online Shopping